bu hayat senin...

sevgili ruh eşim...

bu senin hayatın. benden bağımsız, aslında herkesten bağımsız sadece senin avucunda şekillenecek bir hayat. 

sevdiğin şeyleri yap, kesintisiz yap. ileride dönüp baktığında içinde ukde kalan tek bir şey olmasın. sırf kıralacak diye hayatından insanları çıkarmamayı seçme. herkes gidiyor ve yalnızlığımızla biz kalıyoruz.

bol bol kitap oku. hayatını bir güney amerika’da düşle, bir magmanın en sıcağında hayal et. aynı anda her yerde olabilecek kadar dolu ol, bir anda evine, yatağına dönebilecek kadar arınmayı da bil.


sevdiğin, istediğin, mutlu olduğun şeyleri yaptığında, yüzüne başka bir sen gelecek ve insanlar bu enerjini farkedecekler. kendini iyi hissettiren şeyler yaptıkça, iyi şeyleri de kendine çekeceksin. güzel ve mutlu şeyler sıraya girmiş seni bekliyor olacaklar.

ince detaylara takılmayı bırak. bunlar odaklanamamayı sağlar. bir çok güzelliği kaçırırsın ve geri dönmesi de kolay olmaz.

hayat çok basit...

yaşa… doyasıya, dolu dolu, güzel anılar biriktirerek, güzel aşklar yaşayarak geçir hayatını. sevdiklerine sıkıca sarıl, çok sevdiğini söyle onlara. yarın olmayı istemediğin bir yerde, onlar seni duymuyorken onları sevdiğini söylemenin bir anlamı olmayacak. sadece bu dünya var.. ötesi yok.

sanrılar ve saygılar



insan, kendisi gibi düşünmeyen, aynı ortak değerlere sahip olmayan kişilere saygı duymaya çalıştığında, pil bir yerde bitiyor..  asabileşiyor, insanî sınırlarını ve kırıcı olma raddesini fazlasıyla aşabiliyor.

aynı şeye inanmadan da, aynı takımı tutmadan da, aynı siyasi fikre sahip olmadan da bir arada yaşamayı öğrenmeyi, hızlıca benimsemesi gerekiyor..

ne dinin, ne fanatizmin, ne de partizanlığın bir çok değerin önüne geçmesini engelleyebilecek kadar olgun ve aklı fikri olan insanlarız. bir yandan bizden olmayanı dışlarken, bir yandan da "ben sana saygı duyuyorum" diyerek (aslında tam tersi), hâd aşıcı davranmak kimsenin öz alışkanlığı değildir eminim.. sonuçta ne görüyorsak, doğru olduğu sanrısıyla öyle davranıyoruz.

koca bir karmaşa

   Büyük kapılarımız var. En uzun olanlarından ve en büyük. Bol işlemeli, gereksiz pahalı, neden orada olduğunu bilemediğimiz saçma dev yapılar. Biz o büyük kapının önündeki ne yapacağını bilemeyen korkak, çekingen, oldukça endişeli; bir dakika sonrasını tahmin edemeyen bir kadın ve bir adamız. Öylece duruyoruz. Kim kimi mıhlamış, hangimiz bir diğerini bu endişeye sürüklemiş belli değil bir hâlde sadece duruyoruz.

   Kapının açılmasını beklemeyi bile çoktan unutmuşuz. Birbirimizin neyi olarak girdik hayatına, şimdi ne olarak son kez oradayız hatırlayamıyoruz. Sonra onun da bir önemi kalmıyor.


Sonradan bir şerit geçiyor gözlerimin önünden ve tam tamına 256 gün boyunca, nelere çabalandığını hatırlamaya çalışıyorum. Düşündükçe başımı zonklatan günler geçiyor gözümün önünden.



Bize ayrılmış bir sancılı sürecin sonuna daha böyle boktan bir halde geliyoruz işte. Bilinmezden bir başka bilinmeze giderek üstelik.

beyin bedava mı?


Dünyanın en doğru insanı olduğumuzu çok küçükten kendi kafamıza işlemişiz. Bizden daha doğrucu, daha sadakatli ve vefakârı mümkün değil bulunamazdı. Gel zaman git zaman, sınırlar aşıldı, yanlışlarımız ‘’şartlar gereği öyle oldu’’ya dönüştü.

Kendimizi ilk kandırdığımız günlerin ilk adımları böylece atılmış oldu.

İki birada sarhoş, bir şişe şarapta küfelik olmayı pek beklemezdik ama sırtımız o kadar dertle, tasayla doluydu ki, ‘’neden biz de sızanlardan olmayalım’’ deyiverdik. Rakıya da döndük, enfes keskinliğiyle jagermaisterle de kendimizi kaybettik. 

çekip gitmenin faydasızlığı



Spotify’dan devamlı yeni müzikler keşfetmek, sürekli kitap okumak ve şekersiz hiç bir şeyin olamayacağını düşünürken en sert kahveleri bile şekersiz içmeye alışmak..

ve sabah yatış 5.30.. mütemadiyen her gün.

Bir uykusuzluk hali değil, derinden sıkılma. Buradan gitmenin buna bir çözüm olmayışından bunalma.

Her şeyden derler ya. Evet her şeyden.

13,5 milyar yıllık evrende, bu hükümete denk gelmek de cabası. durum çok vahim..

    Kendini bir hamağa atıp, kulağında kulaklığın, elinde yarısına geldiğin kitabın, sırtında o kare kare izlerin çıkmasını zevkle yaşamak gibi, şu en lüks gördüğümüz huzur arayışımız bizi bunalımlardan kurtaracak gibi mi? 

    Kimseye tahammül gösteremediğimiz, kavgaya, küsmeye, cinayete ya da olur olmadık yanlış şeyleri yapmaya teşne olduğumuz aşikârlığını da bir kenara atmayalım.


Gerçekten sevilmeye, mantıklı bireyler olduğumuzu (tüm çevremizin) hissetmeye, insanî değerleri en üst seviyede (onurlu bir japon gibi) gerçekten yaşamaya, bir hayvanı severken her şeyi unutmaya ihtiyacımızın da çıktısını alıp astık şimdi duvara.. 

göreceli güzel


Buralarda durduğumuz kabahat. Sonra isyan ettiğimiz ve sonuçlarına katlandığımız da öyle. İsyan ettikçe düzelen bir şey gördün mü hiç? Kabullenince kalıyor ama öyle di' mi?

Hiç bir şey yapmadan kös kös oturmanın, insan bünyesine verdiği anlamsız keyif ile, koltukta uyuya kalıp, elinden telefonun düşüşüyle beraber “pat” sesine uyku mahmuru uyanma komikliğini birbirine karıştırıyorum hep. İkisi de yaşadığın yere göre göreceli güzel, eskileri hatırladıkça da göreceli hüzünlü.

bir proje olarak hayat !

Gün geçmiyor ki, elinde aromalı kahve'n, önünde en sevdiğin Levni Minyatürleri, binbir renk kalemlerin ve bir güzel müzikli akşamı seninle yeni güzel hayaller üzerine konuşmayalım..

Ben zorladıkça sen sustun, sen sustukça ben sebep aradım. Elbette galibi sen olacaktın da, ben yine de bir son umut, göğsümde yumuşatmaya çalıştım bu derin sızını, artık zayi olan türlü hayat hayallerini.



Bana öyle geliyor ki, bu hikayenin sonu mutlu bitmeyecek...

varsa yoksa kendimiz

kendi kendime zorunlu bir köşeye cekilmişlik peşindeyim daha çok. tam olarak bu.

kimsenin etkisi ve baskısı altında kalmadan kendi rızamla üzülmeyi seçmiş de olabilirim.

kim bilir?

herkesin derdi kendine büyük diye, kimsenin derdini doğru düzgün anlatamadığı saçma sapan bir memlekette yaşıyoruz. birimiz diğerinin derdini, kendi konuşma sırasının gelmesini beklediği için dinliyor. önemsediğinden değil!

halbuki hepimizin esaslı cümleleri, etkisi bizi yatağa mıhlayacak sivri dilleri vardı.


korka korka ses, söz çıkaramaz da olduk zaten bir süre sonra.

utanmadan bir de ''onu bırak da, asıl benim başıma ne geldi biliyor musun?'' dedik az evvel dostumuzun hayatını değiştiren hikayesini zerre umursamadığımızı hissettire hissettire..

biz, dinlemeyi de beceremediğimiz gibi, birbirimizi anlamayı da pek bilemedik. bunu bir doğru paylaşım yolu olarak seçemedik işte.

şimdi şans eseri, yıkmamız gereken mühim pek cok şeyi alt edip, birbirimize sarılabilirsek şayet, alırız belki derdi kederi birbirimizin sırtından.

hayat bize, bizim birbirimize oldugumuz kadar dost değil işte.
ne yapalım?

yamuk prenses ve kedi cüceler


 

Aklı yerinde olanlar için yayın akışımızda bu akşam, tam da bir paranoya heyecanı sunuyoruz siz sevenlerimize. Karışmayan akıl kalmasın diye...

Saklambaç gibi tam da halimiz. Vâr olan biri daha sayamadan “yok” diyiveriyoruz.


Kim nerede belli değil. Sobelemek hiç bu kadar zor olmamıştı yamuk prenses ve kedi cüceleri..



Kaybolup gidenleri hep hatırlayacağız elbet
Mühim olan onları çekip alabileceğimiz, mucizevi şanslarımız olacak mı?


delilik




    Bu merdivenleri 3'er 5'er çıkmayı biz hiç düşünemedik. Herkes akıllı, biz deliyiz. Delilik kanımızda.

    İçimizden geçenleri söyleyemeyecek yaşı çoktan geçtik de, içimizde olup bitenleri dillendirecek cesaretten de mi yoksun kaldık?

    Hepimiz deliliğin bir adım yanında, mantıklı, mutlu, mesut bir hayatın onlarca yıl gerisindeyiz. Kendimize çekebilir miyiz sence, deha bir hayatı?


    bugün varız, yarın yokuz.
    kendi yokluğumuza başkalarını da çeke çeke, kalan son nefeslerimizi alıp veriyoruz.

körebe

hiç bir şey göründüğü kadar kötü değildir. daha kötüdür...

   biz, hayatımızı b*ktan olsun diye eksik malzemelerle inşaa etmek zorundaymışız gibi, türlü bahanelerle birbirimizden hızlıca uzaklaşmak için körebe oynuyor gibiyiz. gözlerimiz bağlı, kolumuzu, dizimizi yaralaya yaralaya kaçmaya çalışıyoruz. birimiz de akıl edip gözümüzdeki bağlardan kurtulmaya çalışmıyor nedense.
 
                                                                 ...

   canı sıkılan, sebepsiz(!) mutsuzluklar yaşayan insanları anlamak için mükemmel bir gece. empati adeta bizim elimiz ayağımız. sevdiklerimizin hatrına, kendimizi onların yerine koyduğumuz şu saatlerde siz siz olun, kimsenin köşede birikmişi olmayın...

  hiç kimse kendisine benzeyen başka bir insana maruz kalmaya tahammül edemiyor çünkü.



dün, dünde...

hayat bazen, “elinden geleni yaptığın halde, doğru düzgün bir adım atamadığın, sıkıcı bir pazar akşamı” gibi...

   dünün dünde kalmasına alıştığımı mı sandın?

   gecenin bir yarısı, yarı uykulu, aklımda kalan son iyi hallerimizi bir yerlere(!) kazırken, huzursuz uykuların mahmur sabahında,  kendi kendime seninle uyanamayışlarımı dert etmem mi sorun sence?

   bir adım daha atmaya çalışırken, atamadığımız diğer tüm büyük adımlara ayıp etmeden, şunun bir hal çaresini bulabilseydik keşke.

   bir sorunu çözebilmek için susmak ne kadar eski alışkanlığımızsa, konuşarak bir yere varamamak da bir o kadar kötü becerimiz galiba...


belki sonra yaparız dedik, kaldı öyle




   anlatacağın en güzel hikayeleri, şimdi içinde kalmış ukdelerde görüyorum,
   belki sonra yaparız dediğin tüm tatlı sohbetlerin sonrasının olamayışını da...

                                                         ...

   şu hayatta büyük yıkıntılarımız var kabul, bir de silip atabileceğimiz huzursuzluklarımız.
   hepsi sırtımıza yük, hepsi içimizden kopan büyük parça...


   Sıradaki şarkı, yitip giden ama hep içimizde kalbi atacaklara gelsin...
 ''hepimiz bu çiçekleriz. solup gitmek şöyle dursun, anımız kalırsa geriye ne âlâ...''


her hikâyenin 3 adımı var

her hikâyenin 3 adımı var...

1-bilinç
2-değişme
3-dumur

1.bilinç

heyecanına kapıldığın bir şeyler anımsa...

akılsız başın cezasını henüz kimin çekeceğini bilemediğin ilk günlerde, bilinçsizce kendini bir şeylere kaptırdığın o ilk sahneyi hatırla.

aynada her sabah, güne ne kadar heyecanlı ve pırıl pırıl,  empati yapmaktan son derece zevk alan(!) bir güzel insan gördüğünü hatırlayarak  bir sonraki adımını hisset.

2.değişme
                 
kendini mutlu edebilmek için, başkalarının mutluluklarının beklentisinde olduğunu farzet. sürprizlerinle, hayatlarına kattığın yeni alışkanlıklarla, kendine alıştırmaya çalıştığın insanları, farkında olmadan yaptığın, küçüklü büyüklü bencilliklerini hayal et.

3.dumur

ilk adımını dogru atamadığın bir yolu, sonradan geri dönülmeyecek kadar uzun yürüdüğünü düşün.
üzerine bir de uğradığın hayal kırıklarını...

her hikâyenin bir de 3 son adımı var.
''kabul, direnme, sus.''


dünyanın en büyük derdi bizim


sözlerimizin bittiği bir yer var, jest ve mimikleri bir bir sıraya soktuğumuz. hepsi kendi bencilliğimiz, her biri..

Tamam bu sefer bırakıyorum” dediğimiz onlarca şeye dört elle sarıldığımızın bir önemi var mı? Hep erteliyoruz işte. Vazgeçmeyi, boşvermeyi, bir başlangıç yapmayı, ertelemeyi bildiğimiz kadar, emeğimizi başka şeylere vermenin nasıl bir şey olduğunu hatırlayabiliyor muyuz?



Obsesyonumuza bir yön vermenin tam zamanı iken, kendi derdimizi, dünya'nın en büyük dertlerinin baş sırasına oturtup körleşiyoruz.

Cahilliği en büyük mutluluk görüp, es kaza bir öyle olabilsek, kafamıza takmadığımız onca şeyle yaşamamanın mutluluğunu anlayacağız. Al sana saf, basit mutluluk. Onu da yapamıyoruz.

Basit şeyleri büyütme şampiyonası yapılsa, üzerimize birinci çıkmayacak şu topraklardan..

Şu derken; bir an önce bir yerlere basıp gidelim de, paçayı kurtaralım dediğimiz güzide cennetten bahsediyorum.


Kış Çayı ve Ballı Zencefil Üzerine


Her sonbaharda öksürükle başlayıp, sonsuz bir döngüde, nezle, grip, soğuk algınlığı ve halsizliğe dönüşen kış hastalığımız en nihayetinde yine bizi buldu.

Bu hallere bir önlem olması maksadıyla son 1-2 yıldır evde denediğim bir bağ bahçe çözümünü hemen sunayım.

Sıklıkla üst solunum yolları ile ilgili sıkıntı yaşamış, antibiyotikten de illallah etmiş ve (haliyle) zararını görmüş biri olarak pratik ve sağlıklı çözümü bu yöntem ile bulmuş durumdayım. Tabi yanlış anlaşılmasın google doktorculuğu yapıp, kendi derdimi evde çözüyor değilim. Çok da doktora gitmişliğim var.




   Bir 10 dakika kadar üşenmezseniz hepsini kolayca ve mis gibi hazırlarsınız. Kış çayını hazır alabileceğiniz gibi, ayrı ayrı içindekileri istediğiniz oranda alarak da daha güzel bir voltron oluşturabilirsiniz.

Ben öncelikle bu karışımı bir anlatayım.

Ihlamur 3-5 dal parçası 
Adaçayı (bir kaç dal), 
Tarçın (çubuk olanından yarısı mesela eğer uzunsa), 
Zencefil (taze olanından 2 dilim kesip koyabilirsiniz), 
Karanfil 5 tane kadar
Havlıcan (minik dal parçası gibi olan) 2 Parça, 
Kuşburnu, (bir tutam)
Hibisküs (bir tutam)
Okaliptüs 3-5 Yaprak, 
Papatya 8-10 tane kadar. 

   Bunları bir demliğe koyup kettle'da kaynattığınız suyu üzerine boşaltın ve kısık ateşin üzerinde biraz demleyin. Sonra tad versin diye arzuna göre biraz bal koyup afiyetle içebilirsiniz.

   Bazı bitki çayları direkt kaynatılmaz, zarar verir, o yüzden karışımı demlemeniz daha doğru olacaktır. Sıcak suyla (kettle'dan aldığınız) demlemeniz yeterli.
Ayrıca sabah evden çıkarken ve akşam eve geldiğinizde (tahta kaşıkla olması önemli) bir kaşık  Zencefilli Ballı Macun alabilirsiniz. (aktarlarda bulunuyor) 

Mutluluk - Mutsuzluk Listem

      Kendimi hangisine alıştırmalıyım bilmiyorum ama böyle listeler bazen aynada kendimi görmemi sağlıyor. İkisinin de ucu bucağı yok elbet.. 

Aslında bunlar hep can sıkıntısı a dostlar..

Mutsuzluk Listem  

  1. Okumaya zorlanacak kadar uzağında durduğum yazılarla yaşamak. (gözler gitti gidiyor)
  2. Tek izin günümün pazar olması, örneğin cuma'dan atlayıp istanbul'a gidememek. Hele bir de öğlenin bir vakti uyanıyorsam günü yaşayamadan bitirmek.
  3. Yapmam gereken işlerin, yapılamamasını sağlayan yavaş internet ve verimi daha da düşüren windows'un herhangi bir sürümü. (çalışmanın en güzel yerinde mavi ekrana bağlayan photoshop'a sevgiler)
  4. Bir pazar kahvaltısını daha yalnız yapacağımı bilmek.
  5. Ayda en az 4 kitap diye yola çıkıp da, sayının git gide düşmesi ve okumak için yeterli zamanı bulamamak.
  6. Üzerinde çalıştığım projenin sahibinin (müzik ya da web-grafik ile ilgili) "bitti mi, bitiyor mu, nasıl oldu, çıktı mı bişeyler, var mı bir gelişme, olduğu kadarıyla bakalım" gibi sonsuz tacizleri.
  7. Annem ve babamla son 10 senedir yeterince zaman geçirememem, koca bir yılın 15 gününü yetirememek.
  8. Yeğenlerimin büyüyüşüne şahit olamamak. Bebek halleriyle oyun oynayamamak.
  9. Hep birilerinden mütemadiyen uzakta olmak. 
  10. Banyoda kayıp düştüğümde, ya bu kez toparlayamazsam diye düşünmek. (daha önceden toparlamışlığım var)
  11. Uyandığımda evde kalan misafirin, odasını darmadağın bıraktığını görmek. 
  12. Sigarayı bırakamayan sevdiklerim ve bırakanların da dayanamayıp yeniden başlaması.
  13. French press'le halen kahve yapmayı becerememek, üst baş batırmak.
  14. Yıl olmuş 2014 . Halen ayrılamayan "de"ler, "da"lar, bizi üzen "herkez"ler.. 
  15. Gönderdiğim mektubun 28 gündür ankara'dan istanbul'a varmadığını öğrenmek. (Postane görevlisinin "mektup bu , kağıt neticede kaybolur, uçar, kargoyla aps ile gönderseydiniz" diyerek olayı sıradanlaştırması. Dolayısıyle yazılan mektubun kim bilir nerelerde olması. )


Mutluluk Listem


her yolculuk, bir bavul eşya, iki bavul hatıra

lynchburg lemonade
tüm yarım kalan heveslerimize rağmen, içimizde taşıdığımız ufak tefek umutlarla bir günü daha bitirmenin farklı duygusunu yaşıyoruz.

neydi bu umutlar, neredeydi, tam olarak en son hangi cümleyle son buldu.. biraz muamma..

aklımızın karmaşasını "tam nasıl ifade edebiliriz" derken, iyi ataklarla kendi söküğünü pek evvel dikmiş, yeni sıkıntılara derman olmaktan çekinmeyenlerin sığınağında "iyi hatırlanır" olmak çok daha önemliydi halbuki...

'bir yaz'ın getirdikleri'nde bu yıl, aile sevgisi, arkadaş özlemi, bol alkol, deniz havası, mümkün olabildiğince tüm boş zamanlarda okunan kitaplar ve akıl karmaşalarını iyice harmanlayıp evime döndüm...




Tesla: Man Out of Time: Margaret Cheney
bir haftasını okudukça ve bittikçe yenilerinin gelmesine bir hayli mutlu olduğum kitaplarla geçirdiğim Ege Günleri'nin (akçay, altınova ve dikili), diğer haftasını ziyadesiyle dinlenmiş, kafası karışmış ve şaşkın olarak geri döndüm... kafa bu karışır, zihin bu dalgınlaşır diyerek yeni yeni içkilerimizden yudumladık evimize döndük...

her tatil, gelecek plânlarını temiz olarak akla dökmek, yeni bir hedef belirlemek ve en hızlı getirisi sûkunetli olaylara vücûd vermek için pek şahane...

"balık tutmak insana tahmin edemeyeceği kadar sabır veriyor" diyen bir arkadaşımın tavsiyesine uyarak ve sevgili Orçun'un da yardım ve yataklığı ile ilk balık tutma deneyimimi de yaşamış oldum...


bir gezi parkı vicdanı







en apolitik insanların bile sonunda, belki de kendilerini zorlaya zorlaya, olan bitene kayıtsız kalamadıklarından ortaya çıkan bir farkındalıkla susmamaya başlamaları gururla yaşadığımız bir şey...

çocuklarımıza, kardeşlerimize, yeni doğan yeğenlerimize gururla anlatabileceğimiz "evet bir sıkıntı vardı, biz de olabildiğince canımızı dişimize takıp direnmeyi öğrendik, kazanmaya çalıştık, öylece bakıp, durmadık" diyebileceğimiz, her ne kadar karartılmaya çalışılsa da, bembeyaz, gururlu günler yaşadık. 


bu çocuklar boş yere ölmediler, kimse boş yere direnmedi. göremediklerimiz, hissedemediklerimiz, anlamaya çalıştığımız ama yeterince idrak edemediklerimiz oldu. vicdan muhasebesinden bî haber olanlarımız da anlamsızca kötü sırıtışlarını gösterdiler bize.


iki odalı teras katım


     boş bir ev eskiden sorun olmazdı. evim huzurumdu, dinginliğimdi... karmaşamı, içimdeki o büyük kargaşamı, kapısından girdiğimde bitirdiğim yer olurdu burası. hoşuma giderdi sakin, sessiz kalabildiğim zamanlarda bu iki odalı teras katım. canımı sıkan en küçük detay olduğu için, az rutubetine tebessüm bile ederdim...

     anlamını sonradan değil aslında, tam da o anda gayet net bilirdim... birden gelen o iç huzurumun anlamını...  evimi huzurlu yapanın, taze çekilmiş bir fincan filtre kahveyi, miyazaki'nin ponyo'sunu, yotsuba'nın danbo'sunu sevdirenden ötürü olduğunu bilirdim... (uzun bir listeyi özetlemek gayet zor)

     ama şimdi başa çıkmak gereken bir şeymiş gibi geliyor... boş bir ev eskiden sorun olmazdı evet... farkındayım...

sen bunu anlayamayabilirsin mesela.
ben de henüz anlayamadım zira...

"hayatta bazı şeylerin neden olduğunu asla anlayamayız" 

olmaz mı? olabilir

   her çıkmaza girdiğimiz an, bir mantıklı son(!) bize uzaklardan göz kırpmıştır hep. ya o bizi ele geçirecek ya da biz onu iyice bir dizginleyeceğiz. bunun sonu henüz gençliğinin ortasında aklı başından uzak kalması insanın.

şimdi aradaki o muazzam boşluğu kapatma çabasındayız. epey uzun bir vakit ve tüm bu sürece yetecek kadar geniş bir sabır ve inanç beklentisindeyiz...

önce bir derin nefes, sonra dinginliğe güzel bir adım.
olmaz mı? olabilir...





nerede, ne zaman, nasıl?

 nerede yaşadığımız, nasıl yaşlandığımız mühim değil galiba. kollarını iki yana açtığında sarılabileceğin ilk kişi, halen sesini duymaktan büyük keyif aldığın, habersiz kaldığında huzursuz olduğun, senin için o müthiş adam ya da kadınsa bekleme... harekete geç...

     düzeltmeye çalışma ama olması gerektiği gibi olmak için de çabala... ama bu "karşındakini değiştiremiyorsan sen değiş" demek değil.  karşındakine yüklenmeden, "kendinde olan aksaklıkları bir gözden geçir ve ne yapılabileceğini düşün" demek... söylemesi kolay.. yapması da kolay zaman zaman...

     karşındakini suçlamaktan vazgeç. mazeret sunmak ile bahane uydurmanın farkını çok iyi öğren ve anlayışla karşıla. insanlar bir yaştan sonra düzeltilmek için değil, kendisini öyle de sevebilmeniz için sizinle birlikteler... bunu düşün, içinde iyilik taşıdıkça düzelmeyecek çok az şey vardır... karşındakini anlamak için elinden ne geliyorsa (gerçekten tüm zihnini odaklayıp düşünerek) yap... sadece düşüncende kalmasın... zamana bıraktığın şeyi ne zaman geri alabildin? düşün ve uygula, zaman kaybetme... karşındakine sonsuz anlayış göster... kaybedeceğin bir şey olmadığını göreceksin..

     anlaşmazlığa düştüğünde öfkelenme, kinlenme... bazen anlamamak değil, anladıklarını o anda düşünmek istememek doğurabilir tüm anlaşmazlığı. anlayışla karşılamaktan yorulma o güne kadar.... bazı şeyleri zamanı geldiğinde eleğinden geçirmen, her ikiniz için de huzurlu bir seçenek olabilir.

     iyi bir insan olduğunu düşünüyorsan, ne dile getir, ne yüze vur, ne de yanlış anlaşılacak cümleler içinde  bahset. karşılık görmek için yapıyorsan, hemen orada dur. bunun için değilse tüm desteğin, desteklemeye devam et. farketsen de farketmesen de, elbet karşılığını alacağın, anlaşılacağın bir zaman olacaktır.

     şimdi inatçı olman için tam zamanı. inatçı ol ve karşındakini buna inandır. hayatın daha yaşanabilir olması için ne yapmak gerektiğini söyle.. söylediğin her şeye kendini de dahil etme ama. gerçekten onun iyiliğini iste ve zamanı geldiğinde kendinin de dahil ya da hariç olabileceğini hep düşün...

     içinde bunu hep taşı... devran, gün geldiğinde elbet döner...
     umudun kendisi, umuda dair her şeyden daha güzeldir...

     şimdi ben tam bu zaman dilimindeyim...
     karmaşık, sevgi dolu ve kendini baskılayan...


hasarsız kul olmaz, hasarlı sev beni


 değiştirmek için çaba gösterdiğimiz ama buna zamanımızın yetmediği bir gerçeklik, bahanelerden çok öteye gidemiyor. sana göre türlü uğraşıların iyi bir sonuç alamadığın neticesi, bir başkasına göre uzun bir manasız bahane gibi durabiliyor. çünkü ortada tek bir kesin sonuç var. elde bir şey olmadığı.

100 kişiye sorduk 1 popüler cevabı aldık. "Nasip- Kısmet". işimizin bunlara kaldığı bir dünyada, mücadeleler zor ve çetrefilli.



senin de dediğin gibi;
"sevgi belki her şeye cevap değil ama canımızı sıkan şeyleri çözmemize yardımcı olacak bir güven ortamı yarattığı kesin"...

kandığımız yerden devam edebiliriz

    umudumuzu bir yerlere koyduk, yeşerip büyümesini bekliyoruz... bunun bir zamanı yok, bunun bir çözümü yok. bir sihirli değneğin dokunacağı da yok zaten. kendimizi kandırmayı da bıraktıysak, şimdi hayatlarımıza kandığımız yerden devam edebiliriz...

madem iyi kalpli pollyanna'larız hepimiz, iyilikler istemek sonsuz özgürlüğümüz olmalı. gerçekleşmese bile, yakınlaşmasa bile tüm istek ve arzularımız, içimizden iyilikler dilemek bizi biraz daha ayakta tutar belki. bir süre daha en azından...



hep dediğimiz gibi;
keşke şartlar daha başka, hisler daha farklı olsaydı.

şimdi;
Dışarısı ışıklı ve kalabalık. Burası, bu ev, bu oda, bu koltuk… benim hiç bilmediğim, gece sana kelepir, bana müzikli ve görüntülü.. şimdi ben bi' yere bakacağım, sen bi' yerden bana…


küflü şehir

   Kimselerin beğenmediği, birilerinin, dönüşünün, gelişinden daha keyifli  olduğunu bas bas bağırdığı bir şehire aitsin sen... İçine çektiğin havası, sesini duymak istediğin sokakları, iliğine kadar işleyen soğuğu, yıllarını verdiğin metropolünden daha garip gelen sıcaklığı, arayıp bulmaya çabaladığın aile güzelliğinin hepsi burada... Seni hep yorgun düşüren, keşmekeş bir koşuşturmanın içinden çekip alacak tek doğru nefes buradaki iç huzurun...

Hepimiz değiştik, birilerini değiştirmek zorunda kaldık. Ucundan tutamadığımız her bir büyük(!) mesele için birbirimizi motive etmeye çalıştık. Başarılı olduğumuz anlarda sırtımızı sıvazlamaktan geri kalmadık belki ama ya sonra? Birbirimize sırt dönmekten, yüzümüzü unuttuk en mağlubiyetli zamanlarda.  İnsan sevdiğine kızar, düzelmesini, doğrulmasını ister diye diye renklerimizi kaybettik... Bulduğumuzda ise zor ama geç değildi. Biliyoruz...

Uro Pentar Herie Santo


Uro Pentar Herie Santo*
"artık bir şeylerin düzelmesi gerek!*"


     Şimdi, ne yöne dönse kıyıyı göremediği bir denizin ortasında gibiydi. Boy verdiğinde dipten gelen uğultulardan içi ürperiyor, yüzmeye çalıştığında ne yöne gideceğini bilmediğinden kalbi sıkışıyordu...

     Bir parmak şıklatmasıyla, sihirli değnek tam da önüne düşecek biliyor ama bunun için bir sihirli sözcük vardı, onu hatırlayamıyordu. “Uro Pentar Herie Santo”... böyle bir şey miydi? Hep böyle saçma şeyler mi özel sözcükler olurdu? Bunu da, kendisi kulağa güzel geliyor diye uydurmuştu zaten...

“Artık bir şeylerin düzelmesi gerek!”

     Bas bas bağırıyor ama tam olarak kime haykırdığını bilmeden, bir şeylerin toparlanmasıyla ilgili yaşadığı bu dünyaya emirler yağdırıyordu. Eğer bunları yaşayan oysa, bir şeyleri düzeltmek de bu yaşamın göreviydi. Şansızlık mı, kader mi, adı her ne ise, bunun kırılması gerekiyordu... Biraz zaman, biraz moral ve yeterince özgüven bunları kıracak gücün, gizli olmayan formülüydü...

insanın yarısı kusur, yarısı meçhul

         Aklına, unutamadığı, içinden kendini çekip alamadığı türlü anılarını getirdi. Nedenini, nasılını sorgulamanın çok uzağında, tanıyarak sevdiği insanlardan, üzülerek yabancılaştığı o malum tatsız anlarına gitti aklı.. git gel bir aklın sonu, hiç sıhhatli değildi oysa.
       
Kariyerinden sual olunmaz bir geçmişin içinden, arzularına(!) yenik düşen bir idealist olma yoluna saptığında, henüz hayatı sorgulamasının bir 15 sene kadar gerisindeydi. Bu, bir çoğumuzun içinde olmak istediği ışıltılı bir hayat ve insanları tanırken kendine attığı onlarca çentiğin birbirine olan garip zıtlığıydı. Kullanılmışlık hissine kendini en yakın hissettiğinde de, güç bela kendisini yukarı itecek bir güç buluyordu ya da bulmak zorundaydı...

Her şeye yeni baştan başlayacak olmanın kulağa saçma gelmesinden, neler yaşadığını bilmeyen düz (!) mantıklı insanların verdiği nasihatlere kadar, içini kemiren, türlü 'çıkar yol başarısızlıkları'nı gizlemek zorunda hissediyordu kendini... Talihsizlikler diyelim ya da belki başka bir adı da vardır, ışığı göstermeyen bir gökyüzünün altında yaşıyordu... Buna alışmış olmasa da, artık pek isyan edecek güçte göremiyordu kendini...

aşık olmayın. ölürsünüz!


Olsun istersin...

Hatta yapılması gerekenden daha fazlasını, olsun diye bir şeyler, daha da fazla üstelersin...

Aşktır; ödün verir, değer verir, hepsinden öte sonsuz bir saygı gösterir, olmayacak her ne varsa bir araya getirmeye çalışır, bir günü daha mutlu bitirmeye gayret edersin. Gelecek tüm huzurlu günlerin cefasını bir çırpıda çekmeye kendini hazır hisseder bunu göğüsleyebileceğini bilirsin.

Dosttur; tüm dertlerini sırtlayıp, geçmişten gelen her ne sıkıntısı varsa, dinlemeye, bitirmeye çalışır, rahat bir günü yüzüne yansıtmak için canını dişine takarsın... Çünkü O’nun keyifsizliği, senin mutsuzluğundur... Bilirsin.

Hayattır; çekilen ne tasa varsa, elbet bu zamanların çok daha ferahı, güzeli, tazesi yine beraber yaşanacak bilirsin ve “tüm yaşadıklarına, yaşayamadıklarına, üzüntüne, derdine rağmen, doğru kişinin hep “O” olduğuna inanırsın"... Bu hiç değişmez. 

Candır; yaşanan tüm saçmalıklara, garipliklere rağmen, bunların da geçeceğini, yanlış ve hissiz zamanların bizi ne çok yoracağını ama bitiremeyeceğini bilirsin.. inanmak istersin.

Mutluluktur; hayatındaki tüm güzel adımları, başlangıçları, keyifleri, sohbetleri bir başkasıyla değil sadece O’nunla paylaşmak istersin. Bunun verdiği sonsuz hazzı bilirsin...Yine de tüm bu zorluklar "ne içindeki hisleri değiştirir, ne de başka hayaller kurdurur." Sadakatli olmayı seversin sevdiğine...

mutlu yıllar!

bugün bir değişiklik yaptım ve düşünmemek için erken yattım...
düşünmek istemiyorum. aklıma takmak istemiyorum.
sadece biraz iyi olsun,
sadece biraz yüzü parlasın istiyorum, bizi karartan her ne varsa.

bugün istiyorum özellikle...

kendime moral veremiyorum bugün ama sana verebilirim...
hep öyle olmaz mı zaten...

insanın en çok doğum gününde keyfi kaçmaz mı?

İYİ Kİ DOĞDUN...

herkesin bilmesi sana yetmez

   bazen bir gece, birileri son lafını söyledikten sonra, o dumur sessizliğinden kaçmak için zorladığımızı farkedebiliriz kendimizi...
aklımızın her sıkıştığı, karıştığı zamanlarda da, şimdiye dek duymadığımız, -muhtemelen de kimseden duymayacağımız- sözcükleri bir bir akıl tahtamızda bir yerlere sığdırmaya çalışıyor da bulabiliriz... kendi iç hesaplaşmamız bizi bir döngüye alıp, vazgeçip de serbest bırakana kadar, bunu çözmeyi beceremeyebiliriz... 

   hayal kırıklıklarının bir çoğu, canımızı sıkan monoton planların hayatımıza müdahalesinden hep... tepkisizlikler de çaresizlikten değil, ruhsuzluktan çoğu zaman... kime, niye, nasıl tepkiler vereceğini, sevdiklerini nasıl kırıp dökebileceğini düşünemeden sessiz sedasız kalıyor olmalarımız, kendi iç hesaplaşmamızın sonu gelmezliğinden...

   zaman şimdi düşmeme zamanı. soğuk bir kışı, olabildiğince sıcak karşılayıp, sımsıkı kenetlenme zamanı...

imza: bir dost


seni gücümün yettiği yere kadar sırtımda taşıyabilirim dostum... sen benim tüm eski anılarımdaki o eksik yap-boz'un en önemli parçasısın...

hayatımın en iyi sohbetlerini yaptığım, en sıkıntılı anlarımı paylaştığım, en kederli şarkılarda beraber anlam arayıp, kahkahalarınla kaçan tüm keyifimi yeniden toparladığım seni deli bozuğum...

şimdi tadın yok biliyorum. hiç bir şey için... kendine güven... her şey çok güzel olacak ve yeniden, tüm içtenliğinle, en şen kahkahalarını masamda yuvarlayacaksın... buna hazır ol, emin ol...

olur da, görürsen bu satırları bir ara,
seni ne çok özlediğimi, ne çok sevdiğimi bilmeni isterim...


biraz dinlen

uğraştığımız, canımızı dişimize takıp, bıkmadan usanmadan üzerinde kafa yorduğumuz şeyler vardır. bir de bunlardan tümüyle vazgeçmemizi sağlayacak başka küçük resimler...

uğraşılarına değip değmeyeceğini, objektif bakmadıkça anlayamayacağın çabaların, seni yeterince üzdükten sonra anlamsızlaşmasını, üzülerek görebilirsin bir gün...




çeşitli kıyaslamalar ve saçma tutkular içinde bulduğunda da kendini, kontrolden çıkan bir sağlıksız akla mukayyet olamadığını da başkaları hatırlatabilir...

bu hep olmuştur, sonraları da olacaktır...
üzülme...

gün aşırı değişken



dün zordu mesela,
bugün daha kolay gibi...
yarını düşünmedim henüz...

"birisinin bir diğeri yerine geçemedikçe, anlayamayacağı bir dönemeç" bunun uzun adı...

"merhaba!!!" bu sert keskin virajlar,
"merhaba!!!" bu derin sessizlikler...






yeni bir yıl, yeni bir hayâl

Merhaba,
yarın muhtemelen bu uzun satırları yazamayacak kadar yorgun ve bitap düşeceğimden, şu anda nispeten(!) ayık bir kafayla yazıp, paylaşmak istediğim şeyler var...

yeni yıl beklentilerimiz, kendimizde gördüğümüz buna ayak uydurabilmelerimiz vs...

belkilerimiz, keşkelerimiz...
yeni bir başlangıç, eski defterlerin kapanması, bir yenilik, bir dirilik ve bambaşka güzel adımlarla başlanacağına dair derin duygular beslediğimiz bu yeni yıldan ne bekliyoruz?


  • para, aşk, sabır, kariyer?
    belki...
  • aklımız karışık, cebimiz sıkışık, ruhumuz daralmış ve üstümüzde yoğun baskılar hissediyoruz?
    belki...
  • aldatıldık, aldattık, hatalara düştük, neresinden döneceğimizi bilemedik, eski incitenler yüzünden, hak edilmez incitmeler yaşattık iyi kalplilere?
    belki...
  • biz hep haklıydık, kendimizi doğru ifade edemedik, yanlış anlaşıldık, haklıyken haksızı oynadık?
    belki?
  • suçsuz olduğumuzu bile bile, kaybetmemek, ânı yumuşatabilmek için özür dileyen taraf olduk?
    belki...
  • elimizden gelenin en iyisini yapıp, daha iyisi için uğraştık, elimizden gelen yetemedi henüz?
    belki...
  • eski defterleri kapatmanın en güzel yolu, onu bir kere ve sonuna kadar açıp iyice okumak. bunu yap(a)mayıp, küçük küçük ayraçlar koyduk satırbaşları arasına?
    belki...
  • hepimizin bir altın bileziği var.. yeteneklerimizi göz ardı edip, erteleme hastalığına düştük. erteledikçe üşendik, üşendikçe geçiştirdik, sonunu getiremedik üşendiğimiz güzelliklerin?
    belki...
  • her iyi niyetin arkasında bir çıkar aradık. her yaptığımız iyi niyet gösterisinde "yanlış anlama" demek zorunda kaldık ister istemez?
    belki...
  • bir yaş daha aldık... buna "lanet olsun" dedik... yapacaklarımız yapamayacaklarımız listesine bir adım daha yaklaştı...
    belki...

şimdi bu dakikalar, yeni bir başlangıçla;
/42 adımda Bi'şey Yapmalı Listesi/
  • yaptığın herşeyin en iyisini, en güzelini yapmaya çalışmakla ne kaybedeceğini düşün. ertelediğin her fikir, geliştireceğin ama bir yerlerde yarı taslak halinde bıraktığın projelerin daha ne kadar saklı kalacağını, bunun kimin, ne işine yarayacağını düşün... düşünmek güzel ama yapmadıklarına nasıl hayat veririm önce onu düşün...  AKLINI KULLAN!!!

bize göre, O'na göre

yere eğildim ve yarısından çoğu kül olmuş, küçük bir kağıt parçası aldım elime..

"bu bir son değil" diye başlıyordu... gerisi belli belirsiz bir iki cümleyle bitmiş, belli ki içi sıkıntılı birileri tarafından kibriti çakılmıştı. bir tek orası okunuyordu... "bu bir son değil, zaman, yaramızı kapatana kadar seninleyim".... sonrası okunmuyordu...

arkasını çevirdim, "keşke daha çok zamanımız olsaydı" diyordu kendini ifade etmeye çalışan zât...

sanki zamanları daha çok olsaydı, kendilerine daha güzel bakacaklarının sözünü veriyordu belki de kendine göre tek taraflı...

dünyanın en güzel sözlerini hissederek söyleyip, hissettiremediğini düşünüyordu belki kim bilir?

kendime not

unutuyorum...
aklımda kalamıyor...
B-12 belki başka bir şey...
bu dikkatler pek dağınık... çözemiyorum..
bahanem de hazırmış bak... ama olmadı yine işte...

vaad edebildiğim neler var baktığımda, ses etmek istemiyorum kendime...

kendimi sessizce bir kenara bırakıp, neyi unuttuğumu unutmadığım bir tazeliğe bürünmek istiyorum...


haklısın... bazen değil hep... sen hep benim iyiliğimi isterken haklısın ve bu haklılık sıkıyor seni...
bu haklılığı alışkanlık haline getirmen ne kötü...

şimdi bir güzel gecedeyiz,
tadı uçmuş, burukluğu kalmış bir şişenin dibindeyiz...
bir sahile vurur muyuz,
bir kaya bizi parçalar mı kağıdımız hamur olmadan?
Rewrite by Sia on Grooveshark

enteresan tesadüfler


hayatın hızı ne enteresan… "sesine alışabilir miyim acaba" diye düşündüğüm bir kadının yokluğuna alışamayışımla, bu şaşkınlığın arasında hızlıca geçen bir 20 gün… böyle zamanlarda hayat, ne kadar kısa olduğunu üzerine basa basa bilmemizi ister gibi, elimizi çabuk tutmamızı salık veriyor sanki…

iPhone 5 almak için boğazdan kısmak

avrupa apple store’lardan alınır alınmaz hemen türk alışveriş camiasına düşen çiçeği burnunda iPhone5 için az çok belli olan fiyat 2.300 TL …

tarih ise 5 ekim…

ilgili satış linki > http://goo.gl/9MUXR

sabah alınan, kapağındaki boyası ufaktan da döküldüğü için akşamına beyazıyla değiştirilmesi gibi bir durum ortaya çıkıyormuş…. Küçücük parmak izi olsa strese girenlere duyurulur...

anlamaya çalışmak


aklı, bir karış havada ve o an O'na söylenenleri dinleyemeyecek, anlayamayacak kadar karışıktı... yine de derdini anlatırsa, biraz olsun iyi hissedeceğini umarak;
-"neden böylesin" diye sordum...
-"birilerinin beni anlamış olmasını dilerdim" dedi...
-"bundan kurtulmak için ne yapmayı denedin" dediğimde,
-"hiç bir şey" dedi..
bu bana garip ve basit geldi...

ısıtınca iyileşmeyen tek şey kafa


bugün farklı..

bugün; "nasıl olsa herşey yolunda ve keyfim yerinde, "eminim ki (sanırım) senin de öyle keyfin, muhabbetin" dememem gerektiğini ilk farkına vardığım, seni anlayamadığımı, kendimi çoktan yanlış bulduğumu gördüğüm o an... şimdi...



(iç ses)
-şimdi bir düşün...
-otur düşün bir kafanı dök...
-kendini bir kâğıda çiz ve sesin sana yabancı gelene kadar konuş... sonra biraz dur ve dinle... ne demişsin... 
-Sonra biraz O'nu dinle... Duy... Anla... Geçiştireceğin cümlelere değil, sonuna kadar pür-dikkat dinleyeceğin konuşmalara ver kendini...
-sonra uyu.. uyan... ne olduğunu anlat yine kendine yabancılaşıncaya kadar...
-şimdi ikinici kez düşün...

hayat bu, yaşam böyle...


kırılmaz pencerelerimiz ardında, bize gülenleri incitmişizdir belki bir zamanlar farkına varamayarak...

beklediklerimiz bizden çok uzak, bekleyenlere de bir hayli mesafeli olduk belki bu yüzden...

hayat bu, yaşam böyle...
tarifi var... telafisi yok...

içimiz paramparça kaldığında, bunun sorumlusu bir başka yüzken, sanki bizmişiz gibi tek suçlusu, kendimizi ziyan ederiz hep... 

öyle olmasa, tüm hayal kırıklıkları bir gecelik uykuyla geçiverse keşke... o zaman daha bir insancıl, içimiz daha bir sıcak kalır mukakkak...

Giggem ile yeni bir Müzisyen Ağı'na Merhaba


Müzisyenler için yeni bir network. Çok profesyonel görünüyor. müzik icracılarının müziklerini paylaşacağı güzel bir platform.


ilk izlenimlerim:
  • youtube ve soundcloud üzerinden direkt şarkıyı upload edebildiğimiz için yeni bir yükleme ile uğraşmıyoruz...
  • -konser ve sahne benzeri etkinliklerimizi paylaşacağımız  bir bölümü de var. 
  • -biraz facebook, biraz twitter ve biraz myspace'in toplandığı bir yer gibi. 

herşeyin en iyisini biz biliyoruz #london2012


  Londra 2012 Olimpiyatları'na katılan neredeyse tüm sporcularımız, "çok stresliyiz, üzerimizde çok baskı var. olimpiyat tecrübemiz yok..burası gözüktüğü kadar kolay bir yer değil" dedikçe, başta baş dart tahtamız(!) Derya Büyükuncu olmak üzere ülkemiz adına yarışan hemen herkesi yerin dibine sokuyoruz... Sporcumuza güvenmeyi bırak, mahalle berberi, taksi şöförleri gibi en iyi branşları biz biliyoruz... Oraya gidenler o branşların en iyisi ve ellerinden gelenin de en iyisini yaptıklarını hemen unutuyoruz...

-yok efendim yüzücülerimiz iyi ki boğulmamışmış, vay efendim Nagihan erken çıkıp nasıl diskalifiye olunurmuş" dalgamızı geçip, komik(!) adam, kadınlar oluyoruz...

hatta şu sıralar artık kenan ışık'ın "kim 500 bin ister" yarışmasına bile,"ya dalga geçerlerse, cümle aleme rezil olursam" diye korkumuzdan katılacağımız varsa da istemiyoruz... twitter'da birilerinin diline düşmektense, evimizde sessiz linkler tıklarız daha iyi sanırım... 

Engelleri Kaldırmak Zor Tabi!


     Belediyelere, kenti engellilerin gereksinimlerine göre dizayn etmeleri için tanınan 7 yıllık süre, nihayet7 Temmuz 2012'de doluyor derken, TBMM  tatile çıkmadan hemen önce bir kanun çıkararak 3 yıllık bir erteleme ile bu süreyi gerekli tedbirlerin alınabilmesi amacıyla 7 Temmuz 2015'e erteledi.
     Üşengeç, işini savsaklayan, bakarız, ederizcilikte hiç bir beis görmeyenler, yumurta kapıya dayanınca da "aman yetiş doktor" demişler... Böylece AKP Adana Milletvekili Mehmet Şükrü Erdinç ve Amasya Milletvekili Avni Erdemir’in verdiği kanun teklifi ile hemen önlem(!) alınmış, kafalar rahatlamış çok şükür!

Halbu ki; kısa bir süre önce 
AK Parti yönetimi, AK Partili belediyelere genelge göndererek 7 Temmuz uyarısı yapmıştı. Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Tanrıverdi, AK Partili bin 628 belediyeye, ''eksikliklerinizi tamamlayın'' talimatı vermişti. Yalan oldu!

     7 yıl yatıp, 1 ay kala erteleme yapılarak vicdanlarının 3 yıl daha rahatlayacağı bu düzenlemede 7 Temmuz 2005 yılında Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5378 Sayılı Özürlüler Yasası’na rağmen kamu kurumları ve belediyelerin yapmayı beceremedikleri düzenlemeler şunlardı...
“Kamu kurum ve kuruluşlarına ait mevcut resmi yapılar, tüm yollar, kaldırımlar, yaya geçitleri, açık ve yeşil alanlar, spor alanları ve benzeri sosyal ve kültürel alt yapı alanları ile umuma açık her türlü özel yapılar özürlülerin erişebileceği uygun duruma getirilmesi. Büyükşehir belediyeleri ve belediyeler, şehir içi hizmetleri ile toplu taşım araçlarını özürlülerin erişebilirliğine hazır hale getirilmesi. 

beyinde hasara neden olan alışkanlıklar

medikal bilgiler veren, büyük bir tıp portalı olan medicalopedia.org da gördüğüm Biggest Brain Damaging Habits  başlığı altında, bir çoğumuzun bildiği ama belki de gözümüzün önünde durursa, ufaktan yapmaktan çekineceği zararlı alışkanlıklarımız geliyor şimdi...
bir an önce bu listeden kurtulmak ümidiyle...
1. Kahvaltı etmemek
Kahvaltı etmeyen kişiler, düşük bir kan şekeri seviyesine sahip olur. Bu durum beyin için yetersiz besin tedarik edilmesine ve sonunda beyin dejenerasyonuna yol açar.
                              
2 . Aşırı yemek
Beyin arterlerinin sertleşmesine neden olarak, zihin gücünün azalmasına yol açar.

3. Sigara içmek

Çoklu beyin büzülmesine neden olur ve Alzheimer hastalığına yol açabilir.

4. Yüksek şeker tüketimi
Çok fazla şeker proteinlerin ve besinlerin emilmesini durdurur ve dengesiz beslenmeye neden olur ve beynin gelişmesine engel olabilir.
5.Hava kirlenmesi

Beyin vücudumuzda en çok oksijen tüketen organdır. Kirli havanın teneffüs edilmesi, beyne giden oksijeni azaltır ve beynin veriminde düşüş yaratır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...