DNM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DNM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

döngü

geride bırakmak zorunda olduklarımız var. her ne kadar, vazgeçemeyiz desek de, dünyanın döngüsü böyle. sonu nereye varacak bilemediğimiz bu evren gibi,
hiç bir şey sonsuz değil. sonu var, bilinmezi de olduğu gibi her şeye hazırlıklı olmamız gerekliliği var.

içinden çıkmaya çalışmamız gereken hallerimiz de var ama, şapşikliğin alemi yok. şimdi nasılsan, sonra da öyle olursun sanrısıyla yaşanmayacağını bile bile kendine kıza kıza belki biraz, aklı selim düşünmeye ihtiyacımız var.

yokluğunda çok arayacağımıza şimdiden inandığımız insanları, bir daha göremeyecekmişiz gibi değil de, nasıl desem; varlığının size olan güzel etkisini hissetmeye ihtiyaçları var.




kendimizi kandırabilirsek, yenilmez oluruz

aşık olmaya bile vaktimiz yoksa,
neden yaşıyoruz ki?
hepimiz, içinde hayat olmayan bir hayatı seçmeye zorlanan sözde bireyleriz. zamana, zamanın bu şartlarına ve getirdiklerine katlanıp katlanamayacağımızı bilemeden, hızlı bir sürece dahil olup yaşamak zorundayız. kâh aklımız başımıza gelip hemen sıyrılabilme gücündeyiz, kâh içine çekildiğimiz kaos ne varsa gittiği yere kadar, gözümüz kapalı gidebilme cesaretindeyiz.

insanız ve tüm hissedilebilir duyguları çok hızlı, gelip geçici, delip geçici yaşıyoruz ve kendimizi dışarıdan görebilmeyi, en bize gereken şeyken, unutuveriyoruz. ne kadar yaş aldık diye, ne kadar gerilerde kaldık diye aynamıza bakmayı es geçiyoruz. üzerimize çöken bir ağırlığı, üzerimize oturan koca bir fili ne kadar kaldırabileceğimizi hesaplamayı unuttuğumuz gibi. 




her hikâyenin 3 adımı var

her hikâyenin 3 adımı var...

1-bilinç
2-değişme
3-dumur

1.bilinç

heyecanına kapıldığın bir şeyler anımsa...

akılsız başın cezasını henüz kimin çekeceğini bilemediğin ilk günlerde, bilinçsizce kendini bir şeylere kaptırdığın o ilk sahneyi hatırla.

aynada her sabah, güne ne kadar heyecanlı ve pırıl pırıl,  empati yapmaktan son derece zevk alan(!) bir güzel insan gördüğünü hatırlayarak  bir sonraki adımını hisset.

2.değişme
                 
kendini mutlu edebilmek için, başkalarının mutluluklarının beklentisinde olduğunu farzet. sürprizlerinle, hayatlarına kattığın yeni alışkanlıklarla, kendine alıştırmaya çalıştığın insanları, farkında olmadan yaptığın, küçüklü büyüklü bencilliklerini hayal et.

3.dumur

ilk adımını dogru atamadığın bir yolu, sonradan geri dönülmeyecek kadar uzun yürüdüğünü düşün.
üzerine bir de uğradığın hayal kırıklarını...

her hikâyenin bir de 3 son adımı var.
''kabul, direnme, sus.''


dünyanın en büyük derdi bizim


sözlerimizin bittiği bir yer var, jest ve mimikleri bir bir sıraya soktuğumuz. hepsi kendi bencilliğimiz, her biri..

Tamam bu sefer bırakıyorum” dediğimiz onlarca şeye dört elle sarıldığımızın bir önemi var mı? Hep erteliyoruz işte. Vazgeçmeyi, boşvermeyi, bir başlangıç yapmayı, ertelemeyi bildiğimiz kadar, emeğimizi başka şeylere vermenin nasıl bir şey olduğunu hatırlayabiliyor muyuz?



Obsesyonumuza bir yön vermenin tam zamanı iken, kendi derdimizi, dünya'nın en büyük dertlerinin baş sırasına oturtup körleşiyoruz.

Cahilliği en büyük mutluluk görüp, es kaza bir öyle olabilsek, kafamıza takmadığımız onca şeyle yaşamamanın mutluluğunu anlayacağız. Al sana saf, basit mutluluk. Onu da yapamıyoruz.

Basit şeyleri büyütme şampiyonası yapılsa, üzerimize birinci çıkmayacak şu topraklardan..

Şu derken; bir an önce bir yerlere basıp gidelim de, paçayı kurtaralım dediğimiz güzide cennetten bahsediyorum.


küflü şehir

   Kimselerin beğenmediği, birilerinin, dönüşünün, gelişinden daha keyifli  olduğunu bas bas bağırdığı bir şehire aitsin sen... İçine çektiğin havası, sesini duymak istediğin sokakları, iliğine kadar işleyen soğuğu, yıllarını verdiğin metropolünden daha garip gelen sıcaklığı, arayıp bulmaya çabaladığın aile güzelliğinin hepsi burada... Seni hep yorgun düşüren, keşmekeş bir koşuşturmanın içinden çekip alacak tek doğru nefes buradaki iç huzurun...

Hepimiz değiştik, birilerini değiştirmek zorunda kaldık. Ucundan tutamadığımız her bir büyük(!) mesele için birbirimizi motive etmeye çalıştık. Başarılı olduğumuz anlarda sırtımızı sıvazlamaktan geri kalmadık belki ama ya sonra? Birbirimize sırt dönmekten, yüzümüzü unuttuk en mağlubiyetli zamanlarda.  İnsan sevdiğine kızar, düzelmesini, doğrulmasını ister diye diye renklerimizi kaybettik... Bulduğumuzda ise zor ama geç değildi. Biliyoruz...

Uro Pentar Herie Santo


Uro Pentar Herie Santo*
"artık bir şeylerin düzelmesi gerek!*"


     Şimdi, ne yöne dönse kıyıyı göremediği bir denizin ortasında gibiydi. Boy verdiğinde dipten gelen uğultulardan içi ürperiyor, yüzmeye çalıştığında ne yöne gideceğini bilmediğinden kalbi sıkışıyordu...

     Bir parmak şıklatmasıyla, sihirli değnek tam da önüne düşecek biliyor ama bunun için bir sihirli sözcük vardı, onu hatırlayamıyordu. “Uro Pentar Herie Santo”... böyle bir şey miydi? Hep böyle saçma şeyler mi özel sözcükler olurdu? Bunu da, kendisi kulağa güzel geliyor diye uydurmuştu zaten...

“Artık bir şeylerin düzelmesi gerek!”

     Bas bas bağırıyor ama tam olarak kime haykırdığını bilmeden, bir şeylerin toparlanmasıyla ilgili yaşadığı bu dünyaya emirler yağdırıyordu. Eğer bunları yaşayan oysa, bir şeyleri düzeltmek de bu yaşamın göreviydi. Şansızlık mı, kader mi, adı her ne ise, bunun kırılması gerekiyordu... Biraz zaman, biraz moral ve yeterince özgüven bunları kıracak gücün, gizli olmayan formülüydü...

insanın yarısı kusur, yarısı meçhul

         Aklına, unutamadığı, içinden kendini çekip alamadığı türlü anılarını getirdi. Nedenini, nasılını sorgulamanın çok uzağında, tanıyarak sevdiği insanlardan, üzülerek yabancılaştığı o malum tatsız anlarına gitti aklı.. git gel bir aklın sonu, hiç sıhhatli değildi oysa.
       
Kariyerinden sual olunmaz bir geçmişin içinden, arzularına(!) yenik düşen bir idealist olma yoluna saptığında, henüz hayatı sorgulamasının bir 15 sene kadar gerisindeydi. Bu, bir çoğumuzun içinde olmak istediği ışıltılı bir hayat ve insanları tanırken kendine attığı onlarca çentiğin birbirine olan garip zıtlığıydı. Kullanılmışlık hissine kendini en yakın hissettiğinde de, güç bela kendisini yukarı itecek bir güç buluyordu ya da bulmak zorundaydı...

Her şeye yeni baştan başlayacak olmanın kulağa saçma gelmesinden, neler yaşadığını bilmeyen düz (!) mantıklı insanların verdiği nasihatlere kadar, içini kemiren, türlü 'çıkar yol başarısızlıkları'nı gizlemek zorunda hissediyordu kendini... Talihsizlikler diyelim ya da belki başka bir adı da vardır, ışığı göstermeyen bir gökyüzünün altında yaşıyordu... Buna alışmış olmasa da, artık pek isyan edecek güçte göremiyordu kendini...

bize göre, O'na göre

yere eğildim ve yarısından çoğu kül olmuş, küçük bir kağıt parçası aldım elime..

"bu bir son değil" diye başlıyordu... gerisi belli belirsiz bir iki cümleyle bitmiş, belli ki içi sıkıntılı birileri tarafından kibriti çakılmıştı. bir tek orası okunuyordu... "bu bir son değil, zaman, yaramızı kapatana kadar seninleyim".... sonrası okunmuyordu...

arkasını çevirdim, "keşke daha çok zamanımız olsaydı" diyordu kendini ifade etmeye çalışan zât...

sanki zamanları daha çok olsaydı, kendilerine daha güzel bakacaklarının sözünü veriyordu belki de kendine göre tek taraflı...

dünyanın en güzel sözlerini hissederek söyleyip, hissettiremediğini düşünüyordu belki kim bilir?

alışkanlık


insan ince olmayı, hassas, narin olmayı unutursa yaşantısının bir döneminde, o âna denk gelen her kim varsa hallice alır bundan nasibini.. insan sevdiğinden katlanır...

...

hoşgörülü davrandıkça, sevmediklerimize katlanır, alışkanlık deriz bunun adına..

bitkisel aşk ve monolojik tutkular

made by©gotenloveyou
göz karartıp, balıklama bağlılıkların bir yenisinin daha sırtımızı kanatmasını hayretler içinde seyrediyoruz... elle çizilen şeylerin düzeltilebilme olasılığına bir hayli alıştığımızdan olsa gerek, kusurlu yanlarına  müdahale ederiz öngörüsüyle, her an izi kalmadan toparlayabileceğimize alıştırıyoruz fikrimizi... "kandırabilmekte cidden başarılı mıyız o kadar da kendimizi?"

elbet bir akıl sıfırlamasıyla yeni lezzetler edinebilir, yeni dehlizler arşınlayabiliriz... bunu istiyor muyuz? yemek mi bu?  haz teni miyiz birbirimize sadece!!! bir başkası -başka bir hâl-  mümkün değil mi ne kadar doğal bile olsa?

bunun arifesinde miyiz? istiyor muyuz iplerimizi çözmek?  bu değişkenlik normal mi gelmelidir bize?  "şalterimizi kapatalım bir süre, motorumuz soğusun ve aç başlasın yeni perde" mi mesela bu durum?

buna gücü, güveni, tadı kalır mı insanın?  aşk bir mesai midir? gereklilik midir? "olsun, dursun bir kenarda" denilesi midir? her defasında neden soramıyoruz bunu.. ne kadar anlamsız kendimize soru soramamamız... takvim orada ama eskiyen yalnız biziz...

kendini çekip çıkardığın şey sadece seni mi bağlar? günlük hayat sorunlarında saatleri esir ederken, neden kendimizle ilgili konuşamayız... akşamın bir vakti, sabahın bir körüymüşcesine uyku mu gelir hep? ya da o anların gelmesine mi uğraşırız, bir gece daha konuşmadan atlatabiliriz diye...

kendi deliliğine ihtimal veren bir adamın, buna sebebiyetleri ortadan kaldırabilme lüksü ne zaman olur... o zaman kaçımız kendi başımıza kurtarabiliriz  kendimizi sadece tek bir sohbetle... buna kendi evinde bir platonik hayat diyebiliriz belki...toparlanana dek..

{aşkın, karşı tarafın gıyabında,  tek başına, psikopatça yaşanmaya başlanması halidir tutku... -atrej-}

empati

denemeli miyim bu halleri bilmiyorum... çılgınlar gibi ortalıkta haykıra bağıra koşturmalıyım belki... o zaman rahatlayabileceğim biliyorum... birilerine söyleyebilirsem eğer, anlayışla karşılayabilirlerdi beni. aslında gizlide kalmış, boş boğazlılıkla, yüreklilik arasında ne yapacağını şaşırmışların dile getirdiğini ben nasıl diyeyim...


-nedenini söyleyebilir misin bana... elimde tutabileceğim tek bi' şeyim var mı... ben göremiyorum...
-çok üzgünüm inan... yıllardır anlamaya çalışıyorum, başaramadım sanırım...



sen de anlamıyorsun değil mi beni? deli sanıyorsun....


anlamamıştı kadın...

hikayeler yığını



yine aynı şeyler dönmeye başlıyor… yolun aynı yakasından farklı demlerde birileri biniyor kağıttan gemilerine. güzelliğini çıkartıp, huzurunda kurulurken ve tam da alışacakken birçok şeye iniveriyorlar ... anlam veremiyorsun. kararlarından dönseler bile çoktan yola koyulmuş olduğundan zaman geç oluyor... dönemiyorsun... tam da "sessiz, sedasız kaldım" derken, melodiler yığını onca şey tınısını duyurmaya başlıyor bir bir…

görmediğin bir yerlerde bir şeyler çalınmaya başlıyor... aynı bildik, yabancı olmadığımız şekilde... her biri daha bir güzel geliyor bir zamandan sonra... kendinden bir şeyler bulmuşluğundan, eskiden seni bunaltan bir olgu, şimdilerde daha bir nefes almanı sağlıyor... hayat bir tek ve en çok sana zarar veriyor…

belki bir tek senin ve hayatını paylaştığın birkaçının diline dolanıyor bu küçük hikayeler yığını… herkesin acısı bir diğerinden fazla oluyorsa seninkisi en kutsalı,en acısı,en katlanılmazı oluyor…


HEY!!!

bırak artık bu acıtasyonları...
hayata don artık...

deli saçması

deli olduğumu mu düşünüyorsunuz hala? saçma sapan alışkanlıklarımdan kurtulamadığım zamanlarımda hep birilerine sığınma dürtümün sapkın hayallerimden mütevellit olmadığını idrak etmeniz için daha ne kadar ruhsal taviz vermeliyim size....

kimi kimseyle kıyasladığım yok. sanki bütün paranoyalar benden çıkmış gibi... hep siz geldiniz benim üstüme... siz bocalattınız düz yolda bile yürümemi zorlaştırarak... neresinde olduğumu bilmiyorum... birileri ötede bağrışıyor, öfkeli kalabalık daha mesaisinden çıkmamamış, henüz yeni yeni geriliyor ortalık...

... ben neresindeyim bilmiyorum ki... çekip almak lazım, tutup atmak lazım birilerini...

dengemi yitirmiş olduğumu söylemiştim... kimse tutmazsa ben nasıl kalkayım şimdi... tüm destekler para değil ki öğrenemediniz mi bunu...?

adam olma zorunluluğu

Hep birileri gibi olmak zorundaydık... Eğer o birileri gibi olursak, işte o zaman severlerdi bizi, o benzemeye çalıştığımız birileri gibi... Kendimiz gibi olmaya çalıştıkça, sevgi uzaklaşacakmış gibi gelirdi bize... Çünkü biz en çekilmeziydik ve kendimiz gibi olursak, yalnızlık ömür boyu olacaktı onların nazarında... Kurtulmak gerekirdi bütün bunlardan ama yapamıyorduk...


Nicelerine hayatın en çetin derslerini verirken, unutuyorduk kendimize de bir şeyler almayı ve zedeleniyordu git gide kalplerimiz... Onarılamıyordu bu derin yara... Kimse bilmiyordu nasıl dokunulacağını en hassas yerimize... Yine bize düşüyordu en diplere dalıp kendimizi çekerken, hayatın dersini kendimize de vermeyi bir yandan...


Adam gibi olursak o zaman takdir ederlerdi bizi. O zaman terkedip gidenler geri gelirdi... Kim nerede bırakmışsa bizi, aynı o yerden devam ederdi elimizden tutup... Adam gibi olursak eğer... Neydi ki adamın tanımı, adamlığın tanımı? Her birine göre farklı bir adam mı olmak zorundaydık...


Adam olan bizdik ve bizim gözümüzde onlar mı değişmeliydi yoksa? Öyle olmaya çalışırken ve belki de olmamız gereken bir 'biz' olurken giderek, şimdiki bizi nerelere atardık, ihtiyacımız olduğunda tek sığınağımız olan benliğimizi....



Hiç merak ediyor muyduk bunları? Her birine göre değişmeye çalıştıkça ne kadar 'biz' kalabilirdik böyle? Yoksa gerçekten değişmek mi zorundaydık? Zaman geçtikçe gerisinde mi kalıyorduk değişimin?

Bunu bilmek zorundaydık...

düğüm

zor bir kararı almanın eşiğinde , yapılacak şeyleri danışacak kimseleri yanıbaşınında bulamamanın telaşıyla, yüze göze bulaştırılan ani fikirler kalabalığında bulursun kendini...

bencillikten yana epey bir yol katetmiş bir başkası senin beynini okuyamayacağı için, sorarsın ve yine kendi bildiğini okursun... manası var mı o zaman zihin yorup da aynı şeyleri tekerrür etmenin... biri seni bir yerlere bağladıysa ve düğümün ucunu da senin eline verdiyse , bahanen bağlı olmak mı, cesaretsizliğinden söküp atamamak mı kördüğümünü?

kimse seni tutup getirmedi bu bahçeye... "bak yeşilikler seni sever, sen de zamanla onlara alışırsın" demedi... gitmek neden bu kadar zor öyleyse?... gözü karalığı insan bir kere mi kullanabiliyor hayatında? başka bir joker hakkı yokmu?

dahasını cebinden çıkarıp devam etse... kendine hoşluk katsa... mutlu olsa, aynaya baktığında her seferinde daha bir güzel vursa yüzünü yüzüne...belki kırılır, kırılması gerekenler...

şimdi... "ben sana demiştim"ler içinde zihnimi arı tutmam lazım... eğer sırtımı donup gece yatağımı kendim ısıtıyorsam, kendi ipime kendim tutunmam lazım kuyumdan çıkarken...

bitti...

peki


sessiz kaldığımız anları anlamlandırır "peki",
üç nokta gibi bir şey...
onun kadar geniş, bir o kadar büyük manâlı...


ten


Islaktı sokaklar,
karanlıktı kış
seni benden başkası bilmiyordu benim bildiğim kadar...
donuklaşan ellerin ne anlatıyordu bana?

'sana sırılsıklam aşığım'
ya da
'bırak beni soğuk yatağımda'


ses, söz, yazı

pazarları akşam uyan, sabaha kadar webde dur... msnden uzaklaş, yüzünü dök kitaba, sıkıl arada bir çık yeniden gir... manasız ölü vakitler biriktir.

çok güven birisine, bıraksın bir yerlerde sen hala uğraş didin durma, alıştığın şey bu senin... anılar biriktir... dondurma çubuğunu atma, elbisesinden sökülen yünü, fii tarihli otobüs biletini, biten parfümün şişesini sorarsa diye biri hatrını sakla, chatloglar gibi ctrl+f yap anılar üzerinde... faydasını görme mıhla kendini eskiye...

bara git hafta sonu, laf et dur. sen bir şey yapma öyle dur sayıkla yerinde... kes birisini, geç yanından laf etme... uzaktan bak gülümse , müziğine ver kendini, arkadaşını postala az evvelki gülümseyen kareye...

al makineni çekiştir sağı solu, kupanı al, makrolaş şarap kadehlerine, kadını çek , ağlat dondur kareni... photoshop öğren, logic öğren, aklın karışsın. sonra yine bara git...

aksın zaman


zamanın insanı bir yere bağlayıcılığından uzak olup , arzularından ödün vermesi yakın bile durmamalı bize.

iyiliklerde olup tebessüm dolu, içimiz dışımız bir zamanlarda olmak ümidiyle aksın zaman...
iyiliklerde, kendinden ödün vermeden ve severek yaşa kendini...

sen hiç bilmedin

dün yalnızlığımı ararken,
senden arta kalmış bir şeyler arasında,
bir acı buldum… orada yatıyordu öylece….


ben sensizliği kovalarken arka bahçemden bile,
ön kapıdan sesiz ağlar adımlarına duymaz kesildi kulaklarım…
ve….
bir kedi süzüldü gecenin soğuk, karanlık acısında çığlık çığlığa sokağa…

ben duymadım…
çöktüm olduğum yere…
ağladım…
sen dönmedin….

ben………
öldüm…

başkaları haber verdiler öldüğümü….
ve hiç bir zaman bilemedim, bunun ne denli bir şey olduğunu…
yaşarken ölüp, gittiğimde dönemeyeciğimin acılarında kaldığım vakit,
artık sen benden çıkıp, kendine eş düşen boylamında ilerlerken öylece,

ben öldüm….
sen bunu hiç bilmedin..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...