Serzeniş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Serzeniş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

müzik yaparken taklaya gelmek


Sevgili müzisyen arkadaşlarım ve müzik heveslisi genç kardeşlerim.  Bir müzisyen ve müzik kayıt yazılımı eğitimcisi olarak bir iki kelâm etmek istiyorum.

Bütçemizin yettiğince, ekipmanlar, güzel enstrümanlar alıyoruz ve belki bir minik albüm, belki ufak tefek kayıtlar yapıp geride hoş sedalar, anılar bırakmak istiyoruz.

Lâkin, bir şeyi satın alır almaz akşamına ''yaa en iyi ekipmanı aldım ben x kişisi gibi kayıt yapamıyorum, yapıyorum ama olmuyor, şu düğme ne işe yarıyor, bunu çevirince ne oluyor ?'' gibi sorularla kendinizi üzmeyin, dertlerden dertlere koşmayın lütfen.

Çevirelim bakalım o düğmeyi ne oluyor, basalım bakalım bu switch'e ne aktif / pasif oluyor?

En iyi ekipmanı almanız sizi gerekli ya da (görece) gereksiz masrafa sokar ama bir şeyi doğru öğrenmenizi sağlamaz. Bilgi edinmek satın almayla orantılı bir şey değil ne yazık.

Nasıl ki, en iyi makineyi de alsak Ara Güler gibi fotoğraf çekemeyeceğimiz gibi, en süper ekipmanla da 10 dakika sonra ''Abbey Road Studios'' kayıtları yapmamız mümkün olamıyor, olamayacak da muhtemelen.

Merak ettiğiniz bir şeyi, size seve seve zaman ayıracak ancak sorduğunuz ''cevaplarına her yerde erişebileceğiniz'' sorularla hayal kırıklığına uğratacağınız bilgili yakınlarınızı / büyüklerinizi darlamadan evvel, en basitinden başına bir ''101, how to ya da nasıl'' yazarak google youtube vb. mecralarda aratın.. Hem araştırması eğlenceli olur, hem de gitgide ne soracağınızı, üzerine neler ekleyeceğinizi öğrenmiş olursunuz.

örneğin:
''Cubase 101''
''HOW to learn note''
''bir şarkıyı NASIL kaydedebilirim'' cümleleri araştırmanız için kâfi gerisini ilgili arama motorları zaten öneri / tavsiye şeklinde yönlendiriyor sizi.

shift + del

"Aklımız yeterince özgür mü Lirio?"
Silebildiğinde Mutlusun... 

kirlenen bir mutfak tezgahını, ayna gibi olamayan “cam”ını temizlemek gibi bir şey bu bazen..

aklını, dimağını, seni darlayanları, saygısını çoktan yitirenleri, zamanını çalıp, üstüne de yorgunluk verenleri, dedikodudan damakları kurumuşları, karar verirken dünyanın çilesini çektirenleri, hayatınıza gereğinden fazla karışıp düzeninizi bozanları, kendileri uğruna plansız bir hayat yaşamak zorunda kaldıklarınızı, kibarlıktan uzak, kabalığın tam ortasında oturanları, eskiden beri 10 ayda bir sadece “merhaba” demek için listenizde tuttuklarınızı, kimse ile aynı kafada olmak zorunda olmadığınızı bile bile, sonu gelmeyen tartışmalar yaşadığınız, ruhunuzu yoranları, yüzünün güleç, içinin fesat olduğuna bir türlü inanamadıklarınızı, içten pazarlıklı, sinsi zihinleri, hep bir yerlerden toplamak zorunda olduğunuz, darmadağınık hayat yaşayanları, sadece facebook’ta arkadaş olarak kaldıklarınızı, kendimizi yeterince eleştirdiğimiz yetmezmiş gibi, sizi ‘sürekli’ eleştirmeleri, hiç bir şey beğenmemeleri yüzünden ciğerinizi solduranları, kıskançlıktan burnunun önünü göremeyenleri, her şeye, herkese negatif yaklaşmadan nefes alamayanları, sizden bir adım önde olmazsa ortalık yerinden çatlayacakları, obsesif kompulsif kişilikleriyle sizi gereğinden fazla yoranları, bencillikte “master's degree” statüsüne ulaşmış, "ya hep bana ya da hiç sana”cıları,  kendi çıkarlarından, hedeflerinden başka hiç bir şey düşünmeyenleri, onları önemsemenizi zerre umursamayan, bahanelerden bahane beğenen, mazereti bir yaşam biçimine çevirenleri, yüzünüze konuştuğu ile yaptığının ilgi ve alâkası olmayanları, önemsediğiniz değerleri, insanları, olayları zerre umursamayan, üstüne bir de kabalık edenleri, sevgilisi olduğunda hayattan kopup, sizi dış kapanın mandalına çevirenleri, hüznünüzü, sevincinizi paylaşmayan, ilişkinizi kestiğinizde arkanızdan konuşmaktan hiç de çekinmeyecek olanları, varlıkları ciğerinizi solduran, kendinizi kötü hissettiren, belki zamanında kıymet verdiğiniz ancak şimdi buna lâyık olmadığını düşündüğünüz insanları hayatınızdan çıkarır mısınız lütfen?

hayat bunları bünyede taşıyacak kadar uzun değil...


herşeyin en iyisini biz biliyoruz #london2012


  Londra 2012 Olimpiyatları'na katılan neredeyse tüm sporcularımız, "çok stresliyiz, üzerimizde çok baskı var. olimpiyat tecrübemiz yok..burası gözüktüğü kadar kolay bir yer değil" dedikçe, başta baş dart tahtamız(!) Derya Büyükuncu olmak üzere ülkemiz adına yarışan hemen herkesi yerin dibine sokuyoruz... Sporcumuza güvenmeyi bırak, mahalle berberi, taksi şöförleri gibi en iyi branşları biz biliyoruz... Oraya gidenler o branşların en iyisi ve ellerinden gelenin de en iyisini yaptıklarını hemen unutuyoruz...

-yok efendim yüzücülerimiz iyi ki boğulmamışmış, vay efendim Nagihan erken çıkıp nasıl diskalifiye olunurmuş" dalgamızı geçip, komik(!) adam, kadınlar oluyoruz...

hatta şu sıralar artık kenan ışık'ın "kim 500 bin ister" yarışmasına bile,"ya dalga geçerlerse, cümle aleme rezil olursam" diye korkumuzdan katılacağımız varsa da istemiyoruz... twitter'da birilerinin diline düşmektense, evimizde sessiz linkler tıklarız daha iyi sanırım... 

Engelleri Kaldırmak Zor Tabi!


     Belediyelere, kenti engellilerin gereksinimlerine göre dizayn etmeleri için tanınan 7 yıllık süre, nihayet7 Temmuz 2012'de doluyor derken, TBMM  tatile çıkmadan hemen önce bir kanun çıkararak 3 yıllık bir erteleme ile bu süreyi gerekli tedbirlerin alınabilmesi amacıyla 7 Temmuz 2015'e erteledi.
     Üşengeç, işini savsaklayan, bakarız, ederizcilikte hiç bir beis görmeyenler, yumurta kapıya dayanınca da "aman yetiş doktor" demişler... Böylece AKP Adana Milletvekili Mehmet Şükrü Erdinç ve Amasya Milletvekili Avni Erdemir’in verdiği kanun teklifi ile hemen önlem(!) alınmış, kafalar rahatlamış çok şükür!

Halbu ki; kısa bir süre önce 
AK Parti yönetimi, AK Partili belediyelere genelge göndererek 7 Temmuz uyarısı yapmıştı. Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Tanrıverdi, AK Partili bin 628 belediyeye, ''eksikliklerinizi tamamlayın'' talimatı vermişti. Yalan oldu!

     7 yıl yatıp, 1 ay kala erteleme yapılarak vicdanlarının 3 yıl daha rahatlayacağı bu düzenlemede 7 Temmuz 2005 yılında Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5378 Sayılı Özürlüler Yasası’na rağmen kamu kurumları ve belediyelerin yapmayı beceremedikleri düzenlemeler şunlardı...
“Kamu kurum ve kuruluşlarına ait mevcut resmi yapılar, tüm yollar, kaldırımlar, yaya geçitleri, açık ve yeşil alanlar, spor alanları ve benzeri sosyal ve kültürel alt yapı alanları ile umuma açık her türlü özel yapılar özürlülerin erişebileceği uygun duruma getirilmesi. Büyükşehir belediyeleri ve belediyeler, şehir içi hizmetleri ile toplu taşım araçlarını özürlülerin erişebilirliğine hazır hale getirilmesi. 

komşuluk çelişkisi

alt komşumun oğlunun hayatta en çok sevdiği varlığın(!) gülben ergen olması dolayısıyla (ailesinin yanında "o annemden bile özel, o annelerin en iyisi" diyen bir çocuktan bahsediyoruz) yaşadığım şaşkınlığı bir kenara bırakırsak, aynı çocuğun (15), hayatındaki tek amacının başarılı bir tiyatrocu olmak olduğunu ve komşularına son derece saygılı ve kibarken, annesine karşı "sokak kavgasında ağıza alınmayacak sözler" söyleyen biri olmasına kulak verdiğimde, bu nasıl iş demekten alamıyorum kendimi...

banyodan istenilen havlunun hemen gelmemesinden tutun, salonun ışığının açık bırakılmasından kaynaklı kavgalara varan bit(e)meyen ve gerçek bir küfür hazinesi hissiyatı yaşatan alt komşumla yaşam mücadesi içindeyim... anne, baba ve ergen ruh ile...

bu maratonda zaman zaman anne ipi göğüslerken, baba da onlardan altta kalmıyor, oğlunu soluksuz bırakan sözleriyle tahta oturuyor. eminim ki 1 saat kadar küfürlerine maruz kalsanız cinnet geçireceğiniz bir evde çocuk ne yapsın...

evet benim de evim herkesinki gibi karbon kağıdından ve her türlü sesi(!) duymam çok olası.

bir ödün verdik, kolumuzu kaptırdık

bir kitap okuduk, hayatımız değişmedi belki ama bir ödün verdik çok şeyler gitti elimizden, içimizden... bir diyerek genelledim. gerisini siz düşünün... o kadar da bi' haber, bir o kadar da tam içinde olduğumuz halde bu denli bilgisiziz pek çok şey hakkında... düzeliriz belki zamanla...

büyük dertler, büyük sıkıntılar içindeyiz. son 10 yılı düşünüp "nereden nereye gidiyoruz"u sorguluyoruz gece gündüz... henüz yavaş yavaş dank ediyor kafamıza kimi şeyler.. muhtemelen de bir bu kadar yıl daha derdimize yanıp "ne yapacağız, ne olacağız?" diyeceğiz... ne olduğumuz, ne hale geldiğimiz belli de, beterin ne kadar daha beteri varmış bunu göreceğiz zamanla. görmek mi istiyoruz mazoşist miyiz neyiz?

bir gün gelecek; derdi, tasayı bile buralara yaz(a)mayıp, eski bilindik günlerdeki gibi, günlüklere içimizi dökmekle yetineceğiz... çocuğumuza eski güzel günlerdeki hikayelerimizi anlatacağız ağlaya ağlaya... sonra birileri o günlükleri de alıp yakacak... hatırlar bile suçlu hale getirecek bizi..

düzen değişir, düzülen değişmez. daha da geç olmadan bir şeyler yapılabilir...
henüz o kadar geç olmasa gerek...



değerini bilemediğimiz değerlerimiz

insan hayatının değerini bilemediğimiz, sorgularken içimizin acıdığı zamanlar var... dün, bugün ve yarın da olacak...

Çin'de şehrin ortasında, bir arabanın çarpmasından sonra, üzerinden defalarca geçen diğer araçlar ve onu görmezden gelenlerin ağzını yüzünü kırmamızın bile yetmeyeceği insanların olduğu gibi , kafamızda beliren büyük soru işaretlerimiz var... ucuz olan bir şeyler (ama pek çok şey) ve bizim bunları sırtlamaktan kaçmamız...

içimize merhamet nasıl oluyor da düşemiyor? gerçekten anlayamıyoruz... bunu anlayanlar mı bir avuç, hâla mı denk gelemedik bu tiplere, buna şaşırıyoruz...

aynıları hali hazırda pek çok varken, 2 gün evvel de Porsuk Çay'ında yaşanan bir saçmalık var... suyun belimize anca geldiği bir çayda (derin olsa ne yazar sanki), içi bokla bile dolu olsa atlayacağınız bir yerde,  boğulan 9 yaşındaki Süleyman'ı balık filesiyle tutmaya çalışıyoruz ahali.

yorumsuz

ilki google plus 'da van için rock biletinin yeraldığı bir paylaşımımdan...

isim gizlemedim... kendisi plus çevrelerimde halen duruyor. zaten... yazdıkları da tüm çevrelere açık...

ikincisi Trillian üzerinden Gtalk konuşmamızdan...

asıl enkaz içimizde

geç bir yazı oldu... taslak halindeydi şimdi toparlayıp gönderebiliyorum...


-"herkes hak ettiğini yaşar"
-"hem polise askere taş atıyorsunuz, hem de sonra yarım istiyorsunuz"
-"allahın sopası yok"
-"ilahi adalet"
 -"pkk lı olanlar geberdi"
-"allah diyarbakır a da nasip eder inşallah"
-"hakkari ve şırnak toprağın altına gömülmüştür umarım"

gibi birbirinden korkunç yorumları yaptığımız bir deprem felaketi ardından, yine de insan olduğumuzu hatırlayıp, iyi ki "şimdi kenetlenmeyeceksek, ne zaman yardım için el uzatacağız" sorusunu kendine soran büyük bir kesim var…

hızlandırılmış sevgi sunağı


kaybettiklerimin değerini onlardan henüz yoksun değilken de gayet iyi (ve fazlasıyla) biliyordum... 

en fazla "bir kez daha, bir kez daha" diye diye sarılıp sevdiğimi söyleyecek bolca vaktim olmadı belki kabul... zaten, bir kayıp ihtimali öncesi haricinde, ne zaman güzel sözlerle birini sarıp sarmaladığımı da hatırlayamıyorum...

bu, hep düşünüp de cevabını veremediğim yegane sorulardan... kimi babaların çocuklarını uyurken sevmesi gibi garip gelen bir duruma benzer bir şey sanırım... çekingenlik hep içimize işle(til)miş bir şey...

şahane eğlencemizden, kaybettiklerimize üzülmeye bazen o kadar hızlı geçiş yapıyoruz ki, gülümsememiz de yarım kalıyor, hüznümüz de... 


 kimi şeyler için, elimizden daha da fazlası gelebilse keşke...


Breathe Me by Sia on Grooveshark  

foto/elif sanem karakoç

asgari ücret bordrosuyla krediye başvurmak


çok sayılmaz belki ama asgari ücret de kazanmadığımız durumlarda, özel sektördeki bir çok işyerinde uygulanan, maaşınız ne olursa olsun şirketinizin daha az prim ödeme yolunu seçmesiyle, patronlarınızın kıçlarını eğlendirip, belki de 1-2 gecede 5000-10000 lira harcarlarken, sizin 3-5 bin lira için binbir takla atmanıza yol açan, banka yetkilisinin "kusura bakmayın beyefendi/hanımefendi maaşınız asgari ücret görünüyor, boşuna uğraşmayın size kredi çıkmaz" demesiyle de hüsranla sonuçlanacak bir girişim asgari ücret bordrosu ile kredi çekmeye çalışmak

o bordro ki her ay asgari üzerinden işlem görecek ve siz maalesef sizi kurtaracak olan o 3-5 bin lirayı göremeyeceksiniz.

internetteki yüzümüz

şimdiye dek yaptıklarımızı, kimselerin bilmemesinin  ya da bilmiyor olduğunu sanmamızın bol keseden atmayı kolaylaştırması rahatlığıyla karşılaştığımızda, bize pişkin olma gücü veren bir hissiyat var belli ki...

bir kaç saat önce şunları okudum bir profilde...

 Unfaithful (2002)


"Milletin arkasından iş çevirenler,insanın yüzüne bakıp yalan söyleyenler, kendini akıllı sanıp ipliğinin pazara çıkmayacağını düşünenler. siz bi s.ktirin gidin de ortalık boşalsın.. Dünya eminim sizsiz daha iyi bir yer olacaktır.."

geniş insan olmanın sırrı

insanoğlu gün geçtikçe iki yüzlülükte sınır tanımıyor, genişlikte nice çığırlar açıyor... bunu internet üzerinden bir tıkla takip edebiliyor olmak hem garip hem mide bulandırıcı..

vaktiyle birbirine demediğini bırakmayanların saadetini, birbirlerini okşamalarını şuradan izliyorum da; böyle geniş insan olmak, denileni yutmak, dediğini yalamak zor ama imkânsız değilmiş. içi rahat ediyorsa sıkıntı yokmuş... çevresindekilere ne?

gece misafirliğe gelmiş, uyku sersemi dönerken evine

Gidiyor musun diye sorma ne olur!
Biliyorsun, bu kez gidiyorum işte...
Ne de nereye diye sor bana ağlamaktan şişmiş gözlerle...
Gidiyorum senden... Gidiyorum...
Bilmediğim yerlerde ne olduğumu bilmeye gidiyorum...
Anla beni...

Buna vedasız bir terkediş de istersen
ya da birden bire uyandım de uykumdan
Ama ben olmayayım artık düşlerinde bir daha...
Zaman geçtikçe, acılar büyüdükçe
Bildiğimizden farklılaşacağız giderek...
Anla beni...

Sorma ne olur 'neden' diye bu gidişler...
Yorma beni...

ada vapuru yandan çarptı


bu plansızlık da neyin nesi be adam?

karman çorman halin ne şirin değil mi... çok mu beğeniyorsun kendini böyle? olmadı di'mi haller istediğin gibi... battı kayığın minik su birikintisinde dar sokağının...


ne yapacağına, ne olacağına, burada kalıp kalmayacağına, O'nunla olup olmayacağına karar vermen gerekmiyor mu artık... gerçi şimdi ne olduğu belli oldu da, tam alışamadın diyelim...


 bir gariplik var üzerinden bir süre daha atamayacağın... bu da belli belirsiz gelir gider yoklar, zedeler zaman zaman...

volüm o kadar açık değil... kapalı olan ne peki?

böyle samimiyetler kalmadı artıkherkesin bir üst komşu çekmişliği var mıdır? hep alttakiler mağdur da (biz oluyoruz o güruh), üsttekiler şeytan mıdır? hep o çocuklar

"bööeeggghhhhtgghhrööyyyy" diye bas bas bağırıp, koca takunyalarıyla depar atmak zorunda mıdır antrede bi' o yana bi' bu yana... kırılan dökülen vazolar hep bir bir üst komşunun kavgasının içinde mi yer almalıdır...  zaten kavgasız gün geçer mi üst komşularda.... hep bağırış çağırış gecelerden sonra o iki küfürbaz insan, yatak odanızın üstünde nidalarıyla gecenizi bok etmek mi zorundadır... sabaha kadar yorulmazlar mı hiç... ne deli insanlar mı dersiniz bunlara...

ya da kendileri gümbür gümbür kurtlar vadisi izlerken sizin dinlediğiniz klasik müzik konseri, kişileri bol ızdıraplı, bir apartmanı da ayağa kaldıracak  hale mi getirir gerginlikten...

volüm o kadar açık değil... kapalı olan ne peki?

<<<-böyle samimiyetler kalmadı tabi artık-

yılbaşında uyuyamıyoruz diyen yaşlılara da "son yılbaşınız olur inşallah" deyip öfkenizi atabildiniz mi hiç...

3 yıldır kızı öss'yi kazanamayan kokana teyzenin, her gece sabahlara kadar msn başından "didütt fıyt füyt"  titreşimlerinden, sabahın 9'unda detoneler detonesi bir halde, mangadan "ık, bık" söylüyor olmasından, gına gelen bize, çektirdiklerini bil(e)miyor olmasından mütevellit,  kızının gerizekalığından kazanamadığını kabul etmeyerek, benim çaldığım gitarıma dinlediğim müziğime laf etmesinin manâsı nedir...  evde stüdyo mu var diyerek ohannes burgerlere, lebron james'lere, dumurlara sevk edilmemiz nasıl açıklanabilir???

apartmanda mimlenmek ve salonda oturup kitap okurken bile kapınızın çalınıp bu gürültü sizden mi geliyor diye ağızlardan salyalar çıkarılması ve onları bir güzel bozma hamlemize çalışmamız öfkeli kimliğimizin her an patlank verebilmesi anlamına mı geliyor... hazır cevap değilsek ve istediğimiz cevabı o an yapıştıramadığımızdan başımıza ağrıların girmesinin stresini kim kaldıracak peki...  bunlar, hepsi,  birbirinden sukunetli ev günleri yaşantımızın bir parçası mı? halen bir apartman sakiniyetinin içinde miyiz...??

yeni taşındığınız gün toplamı 5-10 kiloyu geçmeyecek kolilerinizi taşımanıza engel olmak için asansörün elektriğini kesen hıyar yöneticiye ne demeli...

emeklilik beklercesine apartman kavgasız gürültüsüz olsun diye 60 yaş ve üzeri olmasını mı beklemeliyim şimdi üst komşumun ... oh çocuk yok, bağırış çağırış yok, mis herşey... olsa olsa tuvaletten akıp tavanı pır pır döken sızıntı sular olur. bu da artık pek bir alışıldık(!) değil mi?!?

bir de  alt kattaki komşunun sen hiç mi bakmazsın çamaşırı var mı balkonda oturuyorlar mı penceresi açık mı kapalı mı demeden "bödöf " diye halı silkmeleri durumları...bu da ner'den çıktı...  oldu mu şimdi ?!?!?!?! bir nezaket bir hoşgörü ner'desiniz siz?

isyanım var arkadaşım...

Lily Allen'dan tüm üst komşulara gelsin....

hey üst komşular

fuck you!!

fuck you very very muchhhh!!!
Fuck You by Lily Allen by themusicumbrellaUSA

arama motorlarını motor mu sandın


bir insanın kısa hikayeden beklentisi nedir… ya da bir web gezginin diyelim. kısa hikaye dediğimiz zaman aklına ne gelmelidir…
üye olanların paylaşmak istediği kendi yazdıkları denemeleri, hikayeleri ve benzeri yazıların yayınlandığı kisahikayeler.com sitesinin ziyaretçi istatistiklerini veren bir modülü var…  bu modül bize kim hangi şehirden, hangi kelimeleri arama motorlarına yazarak, siteye ulaşmış gibi aydınlatıcı bilgiler vermekte… böylece hangi ilgi çeken aramalardan sonra siteye ulaşılıyor öğrenebiliyoruz…
ama bir yandan da başka bir gerçeği daha vermekte…
erotik hikayeler, baldız hikayeleri, sıcak hikayeler…  bunlar da arama kelimeleri içinde geçen, istatsitiklerin arasında…
eee. hikaye bu ucu açık tabi…
sınırsız internet ucuzladı… ..  sabahtan geceye izlenecek, okunacak hikayeler çoğaldı…
kabahat bulmamak lazım…

işverenin beklentisi cyborg işçiler mi?


Eylemleri, grevleri, zorlukları, hepsini sindiriyoruz. Bağışıklığımız yüksek, tüm dayanılmaz hak çalımlarına. Alışmışız, “koyver g…..ne gitsin” dedikçe de, ne hale geldiğimizi başkalarından dinliyoruz… Kendi halimizin farkına yıllar sonra vardığımızda da, “cidden geç olmuş, bir şeyleri oturup tartışmak için” diyeceğiz büyük olasılıkla…

— “bu kez farklı olacak ama! vuru’cam masasına yumruğumu , diy’cem bir bir laflarımı” deyip, gecesinde de;
—“yaa, bu sefer  konuşmanın seyri başka bir tarafa kaydı, lafı açılmadı mevzuların. ee biz de arkadaşlarla hiç girmedik o muhabbete“  klişesiyle geri adım attığımızı cümle aleme göstermiş olu’caz…
Aleyhimizde herhangi bir şeye “hayır” diyemeyip,  hemen susturulacağımızı bildiğimizden ya da ertesi gün iş yerinde, atar yaptık diye bir gece evvel, ayıplanma olasılığımızdaki tedirginlikten, “iyisi mi hiç ben açmayayım lafını” diyeceğiz…
Yine cebelleştiğimiz üç kuruşa beş köfte alma çabamız olacak… Yine yetmeyecek, yine bi şeyler eksik kalacak… Aldığımız, hakkettiğimiz, istediğimizse uzak mutlu hayaller olacak… Birilerine hizmet ederken, şişsin diye cepleri, hayatımızı orada, o dört duvar arasında bir hiç uğruna harcadığımızı geç farketmiş olacağız. İçimizden binlerce küfür sayıp, karşısına dikilince sus pus olacağız, hayatı bize bağlı koca yağlı big boss!’ların ….
Ama böyle alışmışız… Böylesine de müptelası olmuşuz  ”yapacaktımlı, edecektimlii, tamam biraz daha bekleyelimli” diyalogların… Başkalarına kızıp, kendimizden hırsını alırcasına kazık kakacağız fermuarı çekip ağzımıza,  işe güce devam etmeye…

engelli web

Bu özet kullanılabilir değil. Yayını görüntülemek için lütfen burayı tıklayın.

sevgililer günü

kendisinden pek emin zatların bir aşk besiciliği yaptığını sandığım "ben senin bildiğin kadınlardan değilim", "seni aşksız bırakmam " deyip, "sana onu unutturacağım" la devam eden bok püsür çöp tenekesi kıvamında mesajlar silsilesi bir gune bulaşmış durumdayız...

sevgilin yoksa yoktur, varsa vardır... bunu dunya meselesi haline getirip, "ben böyle gunun ta aq" tadında tadı kaçmış , kokuşmuş iletilerle ilgi çekmeye çalışan tiplerin, "aa tatlım senin gibi birinin nasıl olur da sevgilisi olmaz" iletisi beklentisiyle, yeni dehlizlere yelken açma amacı gütmekte olması hiç şaşılası değildir... nerde yaşadığımızı biliyoruz ve farkındayız yıllar yılı da böyle sürmeye devam edeceğini...

gecesinde partilere en sap halinizle gidip "gun bugundür " deyip, saldırı planınızı gerçekleştirme ve akabinde zafere ulaşma becerinizi(!) bir başarı sayıp, karşı tarafın sevgilisizlik psikolojisinden faydalanarak, en savunmasız anında girizgah yapılacak olması da çok olasıdır... bu da yadırganmaz artık... halen aynı yerdeyiz, aynı havayı soluyoruz...

bol bol , siyah kara kutuların izlenmesi, ibo şovda gerizekalı esprilere gülünüp, dansözle ibo arasındaki "relationshiplerin(!) sorgulanması, facebook da aradığını bulmaya çalışmaya gelmişlerin geçirdiği boş anlamsız zamanlar kadar "hiç" tir... öyle de olmaya devam edecektir...

bu burada olur... bir başka yerde değil... aynı şov programındaki "yiehhhyyy" lere gülünüp, sevgili adaylarına - ki asıl sen kendini aday listesine koymuşsundur sormadan, etmeden- mesajlar atılır... kısa mesaj çekmekten zaten diğer gunler felçten öteye gitmeyen parmaklarınızın sağlığı daha da bir tehlikeye girer... öğrenci hattı "copy-paste"e gayet de mümkün kıldığından bu tarz girişimleri ve de gönderilen kısmında tek bir isim olduğundan forward mesajdan sayılmaz bunlar... can hıraş uğraşımlar, son dakika golu(!) ve benzeri kazanımlar günün kârı olarak tarihteki yerini alır fazlasıyla...

bunlar "pardon bakar mısınız?" demenize bir an dönup bakacak "x" kişiden "y" kadarıdır... burda, yanıbaşımızda, içimizde, içimizden çıkan küçük çocuktadır...

ne mutlu bize...
aziz valentine'nin ruhu şad olsun...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...