imdb (internet movie database) kullanıcılarının kendi aralarında "vay efendim lord of the rings gibisi yok" , "olur mu abicim godfather gibisi gelmedi daha" münakaşalarınla bir alta bir üste inip çıkan bir sıralamaya sahip olan bir listesi olsa da, türk film oylama sitelerindeki gibi en azından "kurtlar vadisi fık", "kurtlar vadisi fük", "recep ivedik", "maskeli beşler" gibi filmleri liste başı görmediğimiz, olabildiğince sağlıklı, No#1'den başlanıp haydi izleyelim denilecek bir liste var şimdi sırada...
Linkleri tıklarsak ilgili filmin bilgisine de ulaşabiliyoruz...
sanırım uzun bir yazı olacak. pek kestiremiyorum şimdiden...
webe ucundan da olsa bulaşıp birşeyler paylaşmak isteyenlerin aklında bir soru beliriyor son zamanlarda..
" aklımda fikirlerim, dilimde kelimelerim, makinamda fotoğraflarım, çantamda anılarım var ama bir web sayfam yok" ya da asıl soru "bir web sayfam/blog'um olmalı mı?" ne yapmak, neleri paylaşmak gerekiyor?
twitterdan takip edildikçe çoğu kez nezaketen geri dönüş yapıyorum... beğendiklerimi, hazırladığım bir listeden takip edip, herkesten gizliyorum (: ...
çok iade-i ziyaret olunca o listelerden takip etmeye başladım, daha iyi oluyormuş..
vaktiyle bir gitarist arkadaşımın, "olm bu kadın türkmüş biliyor musun, hayvan gibi (!) söylüyor şarkıyı" diye beni kandırırken tanıştığım, (yazık, demek ki o da bilmiyormuş (: sonra yıllar yılı bir türlü buna ikna olamadığım, ama adının "unknown artist- track 4" olmasından mütevellit, "kime sorsam da öğrensem"le geçen zamanların ardından bir gün yurduna bıraktıktan 1-2 saat sonra pek bir sevdiceğim bir insanın "sercaaaaan!!! biliyor musun dinlediğimiz Imogen Heap- Embers Of Love' mış" o şarkı, "hele bir de blanket'i var ki hemen dinle" diyerek beni mutlu anlara sevk eden bir kadın bu Imogen Heap.. tanısanız seversiniz öyle bir şey...
bazen bir bencillik yapıyorum ve bunu ikimiz için de iyi olduğunu düşünüp vicdanımı rahatlatıyorum(!) kızabilirsin bana evet.. uzakta durup -ama cidden çok uzakta- sesini getirmeyebilirsin de buralara artık... ona da kabul... belki kızarsan bunlara, daha çabuk uzaklaşırsın benden... ben öyle yapardım... nefret edersem düşünmezdim... ama nefret edemedim hiç o ayrı...
“23 Nisan’da Bloglar Çocukların” projesi; UNICEF ve TOHUM OTİZM sponsorluğunda, H&M ve TÜRK TELEKOM katkılarıyla bu yıl üçüncüsü düzenleniyor.
23 Nisan'da bloglarımızı küçük kardeşlerimize bırakarak H&M, 23 Nisan günü çocuklara devredilen her blog için, yardıma muhtaç çocuklara toplamda 1000 adet kıyafet bağışlıyor..
iphone'umda random parçalar birbiri ardına dönerken, bir an, tanıdık ama nasıl derler, eski bir parçanın, günümüz düzenlemesi gibi gelen, son anda koşturup "neydi yahu bu, hangi ara atmışım player'a" dediğim bir naif şarkı geliyor şimdi.. norveçin havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez müzikal dehlizine doyamadığımız diyarından, simon and garfunkel'e yanıt olarak geldiğini diyenler yanlış demiyorlar sanki...
röyksopp'la "I Don't Know What I Can Save You From" da beraber çalışmış, elektroniğe uzak ya da karşı olanların bile alttan alttan kendilerini şarkının ritmine kaptırabileceği güzellikler yaratmış bir grup "Kings of Convenience"
2006 yapımı, Dublin sokaklarında çalgıcılık yapan ve kız arkadaşı tarafından terkedilmiş bir adam ile annesi ve kızıyla yaşayan bir Çek göçmeninin müzik sayesinde tanışmaları, beraber çalmaya başlamaları ve yakınlaşmalarını anlatan "Once" filminden akılda kalan, hele ki "hayata küs" zamanlarınıza denk gelen bir şeyse, ağzınıza sıçabilecek bir şarkı geliyor şimdi..
80. Oscar ödül töreninde "Falling Slowly" şarkisiyla "best song" ödülünü kazanan, sesiyle sukûnet veren İrlandalı, The Frames’in solisti Glen Hansard ile 1988 doğumlu, piyanist, söz yazarı, müzisyen Çek Markéta Irglová'nın sesiyle başbaşayız şimdi..
iphone için olmazsa olmaz yazılımlardan paramın yettiğince aldığım, kullandığım, "valla ben bunu düşünmüştüm de yeterli tesis yoktu" dediğim aplikasyonları gün aşırı bir bir yazıp çizeceğim burada ki "o kadar para veriyorsun, ne işine yarıyor" diyenlere "neye para ödersem, güzel hizmet alırım" şeklinde açıklamalı cevaplarım olacak...
not: beğeniler yalnızca beni bağlayacağı gibi, ne bir gözü kara apple savunucusuyum (ki burada öyle olmadığım açık: http://sercansolmaz.com/blog/?p=497) ne de bu yazılımcı amcalar benden haberdar..
şimdi başlıyoruz..
1- SOUNDHOUND
(çalarken dinlet, dinlerken öğren)
evdesiniz, sokaktasınız, bardasınız, disco ya da pub'dasınız. bir parça çalıyor ve çok beğendiniz ama bilmiyorsunuz ne olduğunu... şarkı çalarken uygulamayı çalıştırıyoruz (gerçi o sırada ipodunuz da çalan no name bir parça için de olabiliyor bu özellik), kısa bir dinleme sonrası merak ettiğimiz şarkının adı, albüm adı ve yılı, albümde kaçıncı şarkı olduğu, official videosu, bu sanatçıya benzeyen diğer şarkıcıları, itunes'dan satın alma linkini ve şarkının başka görüldüğü albümler & versiyonlarıyla ilgili süper bir liste geliyor.. türkçe parçalarda da elinden geldiğince başarılı (twitpic.com/4i0jme)
yeni bir single, yeni bir grup.. Rock Mafia..
başta oyun adı gibi gelmişti ne yalan diyim (:
vaktiyle radiohead'e laf ettiği için Thom Yorke'dan "Miley daha çok küçük. Büyüdüğünde kendini bu kadar önemsememeyi öğrenir." şeklinde ayar alan, donla, gömlekle poz verip sonra pişmanım ben aybalam diye dert yanan 92'li güzel (aklı güzel olsun ama di mi!?) Miley Cyrus'un oynadığı The Big Bang, bir kısa film olan klibiyle beraber izlendiğinde lezzetini esirgemiyor bizden... ama aklıma takılan "Miley Cyrus" oynadığı için mi featuring yoksa grupta bir parmağı mı var bilemedim.. toplam 3 şarkı var, diğerleri tırt.. zaten lokomotif diye grup varını yoğunu bu şarkıya harcamış...
WordPress yönetim panelinden temalar ile ilgili bir işlem yaparken birden ana sayfa ve kendi kontrol panelinizde beyaz bir sayfa ile karşılaşıyorsanız FTP üzerinden tüm temaları kaldırıp sadece default'u bırakarak normale dönmesi her zaman çözüm olamayabiliyor...
Sanatçısı hakkında hem kısa kısa bilgilenmiş, hem de şarkılarını tadacağımız bir bölümün ilk paylaşımı Mira'dan.. Sevdiceğim ilk adını söyleyip de o fantom kamera ile çekilmiş o güzelim klibini izleyince, bir öncesini ne zaman aldığımı bile hatırlamadığım albümleri bir kenara koyup, koşar adım Dost'a gidip aldığım bir albüm Mira- Eve Dönmeliyim.. Şarkı sözlerinde kendimizin zaman zaman kurmakta zorlandığı bir ağı birbirine bağlıyorlar..
Türkçe downtempo-rock parçalar yapan Mira ilk olarak Elec-Trip Records’in “Istanbul Calling Vol. 2” albümündeki etnik ögeler tasiyan, nostaljik “Bir Gün Gelir” parçasiyla ses verdi. Bir yandan “Norrda” grubunun solisti Selen Hünerli ile birlikte yürüttükleri “Nada” projesi için Türkçe vokalli psychedelic elektronik parçalar hazirlayan Miray Kurtuluş, 2007’de Tan Tunçag ile birlikte Mira’yi kurdu.Daha sonrasında da Eve Dönmeliyim albümünü çıkardı.
insan ince olmayı, hassas, narin olmayı unutursa yaşantısının bir döneminde, o âna denk gelen her kim varsa hallice alır bundan nasibini.. insan sevdiğinden katlanır...
...
hoşgörülü davrandıkça, sevmediklerimize katlanır, alışkanlık deriz bunun adına..
içinde, bilgisayar kullanmaya başladığım ortaokul yaşlarımdan sonra zaten hiç bir vakit harflerini bitiştirmeyi beceremediğim çirkin el yazımla kimliğini bulamamış, kitaplardaki o bol süslü yazılara benzemeye çalıştıkça daha da bir çirkinleşen, bir ilkokul çocuğunun yazısı gibi karalı, pasaklı bir defterim var...
durağan hallerimden, hiç bir şeyi takmadığımı düşündüren sözlerimden bir manâ çıkarmaya çalıştığında, aslında ne denli tanışamadığımızı da anlamış oluyoruz böylece... her demi diline döktüğünde insan, kimi zaman tadını kaçırabiliyor ince çizgilerin... bazı şeylerin gözümüzün önünde ama dilimizin ucundan uzak olması daha bir insanî sanırım... gizemli kalmak için değil, tadında yaşabilmek için halleri, zaman zaman böyle gerekiyor... ayrımını kendi içimizde yapınca da daha bir anlaşılır ve anlamlı olsa gerek...
pc lerdeki gibi alışageldiğimiz türlü türlü programlara alternatifler bulamayabiliyoruz çoğu zaman şirin, mini mac'lerimizde... aslında 1-2 küçük hamle ile gereken dns'leri girdikten sonra gerek iphone, gerekse macintosh yüklü (pcler de olabilir) cihazlarımızda "youtube" benzeri türkiye'den girişi uygunsuz (!) sitelere, başbakanın "ben giriyorum siz de girin" önerisine kulak vererek giriş yapabiliriz :)
Çok sevgili arkadaşım Zeynep Tarkan'ın annesi Lale Dilligil'in sesinden Murathan Mungan dizeleri:
hayatımızı savurganca harcadığımız hallerin üzerine gelen, güzel, hüzünlü, anlamlı sözler...
Biri beyaz biri kara iki kedi.. birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak, birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar. Gölgeler akşamüstünü söylüyor. Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi. Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu, uzun yolları da göze alabilen bir dostluk
ufak bir gülüşün vardı... hatırlıyorsun... bana yerleşti o... birden bire yüksek sesli kahkahaların yüzüme oturdu sonra.. durgun bir halin vardı ya koltuğumda zaman zaman... kapı eşiğine not ettim onu... girer çıkarken bakıyor, çok keyifliysem aynı o eski moduma geri döndürüyorum kendimi...zorluyorum bunun için...
anneler yavruları açken yemek yiyemezler ya;
ben de, sen gri elbiseni giydiğinde gülemiyorum hiç bir şeye...
şimdi büyük bir çınar ağacının esintisinde, o büyük gölgede saymaya başlıyorum... sımsıkı yumup gözlerimi, bitene kadar bu oyun, sayıları sayıp, aklımı resetlemeyi düşünüyorum... bana yardımcı olabilir misin? senin için zor olmasa gerek, bunu nasıl yapacağımı anlatmak...
arkamı döndüm. saklan şimdi !!!
saymaya başlıyorum...
bir düğmeye bastım geçen gün... hangisi bilmiyorum.. "to continue press any key!!!" diye bağırdı bill, ben de yaptım... "radikal değişimler, büyük yıkımlardan sonra olurmuş" ... (kimse demedi, ben şimdi uydurdum bunu ).. ben de o yüzden bastım düğmeye... to change everything dude!
değişti bazı şeyler... öyle olmasını istedim, öyle olmasını diledim...
zaman zaman bir köşelere şıkıştırılan buruşturulan yazıların, kâğıtların içinden yeni dışa vurumlarımızı gerçekleştirme hissiyatıyla sarıldığımız blog dünyası, rahatlamamız için gayet de güzel bir yer olabiliyor...
kimi zaman fazla özele girip az çok tanıyanlara "çok mu fazla afişe haller yaratıyoruz " ya da hiç bilmeyenlere "şimdi şunu dedim, bunu dedim, acaba yanlış anlarlar mı" önyargıları, sevgili blogger(!) ları biraz frenlese de , yaldır yaldır yazmak için pek de elimiz kolumuz zihnimiz, kahvemiz, vodkamız, şarabımız eksik olmadan başında sabahlara dek konuşlanabileceğimiz bir ortam bu web günlüğü sayfaları...
elbet de evimizde "Yeni Metin Belgesi (3).txt" dosyamızın içerisine doldurup yazılarımızı kendimize mail atıp bir köşede tutabiliriz... insanın konuşmaya ihtiyacı var olduğu bir dünyada yazarak kendini aktarma ihtiyacı da pek tabi ki var olacaktır... olsun da zaten...
bununla ilgili, işportadan 2 liralık çorap alan ama moda blog'undan yazı eksik etmeyen güruhlardan, sağdan soldan kopi-peyst yaptığı haber, gündem, teknoloji vs. yazılarını "hajı bak bloğum -evet bloğum derler- doldu taştı haberle" diyerek 'araklarım pek fena' akımına kapılmış genç neferler çevresinde dönen yazılama dünyasında pek çok kimseyle ilgili yazı çıkar...
o isimleri buraya taşıyarak google rank'larıne katkıda bulunmaya nanik(!) yapıyorum tabi ki :-) ...
böylesi de var bir de... yazdıklarıyla yetinemeyen yazılınmasını isteyen(!) şöyleleri... yani bence öyle :-)
23 yaşındayım blog yazarıyım... mini cooper'ım, adı bugsy olan bir golden'ım, 37 numara çok güzel ayaklarım var...
özellikle son cümlede repertuar çeşnilemek için halka arz edilen bir durum görüyoruz... yerse...
blog yazarı olup google adsense'den paraları bir ay geçinecek kadar kazanmak., ya da onun hayaliyle yaşamak, sadece Hürriyet & PcNet haberlerini kopyalamakla olacak iş değil ama düşüncesi bile güzel, çok şirin şeyler bunlar cidden...
oturduğumuz yerden para kazanmaya çok hevesliyiz zaar...
gece yarısı 12 de evden çıkıp, gece 4 de bar programından çıkıp, sabah 6 da duştan çıkıp, akşam 7 de işten çıktığım günlerde, kalan 5 saati kendime ayırabilmeyi istiyorum tamamiyle...
ertesi gün başımı zonklatan vodka-redbull un yarattığı damacana özlemini keyifle yaşayacağım öğlene kadar yarı uykulu olup, "oh mis ev ofis ne de hoşmuş"luğuna koşmak istiyorum zaman zaman...
...
tadım yokken, "dur ben keyiflenmek için sağa sola sardırayım, kalabalıklarda koşturayım, gürültüden kopmayayım, ortamlara akayım, bir iki yazışlar yapayım" insanı olmak için fikirlerini salık veren gürühun teselli verdiği bir birey olarak -kesinlikle su ile yapılmayacak- bol süt köpüklü cappucino mu ya da tek buzlu vodka vişnemi içerken, kucağımda mırıldayan kedilerime "dur evladım basma şu klavyenin tuşlarına" derken, fonda bir demet 'Beirut', "Ingrid Michaelson", "Jay Jay Johanson", "Michael Bublê" , "Jason Mraz" , "Mira" ve yahut "Idan Raichel" dinlemek çok daha çekici geliyor ne yalan diyeyim...(şu an olduğu gibi)
gerçi düşük mode-on olmadan da bunları pekâla da yapıp, bünyeyi huzurlama girişimleri güzel bir deşarj ve keyiflenme çalışması olabilir, tavsiye ederim...
o halde sıradaki şarkımız toparlanmaya çalışan bünyelere, sözlerini bilmeden de şarkılarından onlarca anlam çıkarabileceğimiz Idan Raichel Project 'den gelsin- "Mi'ma'makim"
şüphe uyandıran cümlelerle geldim bugün yanına.. her tadında farklı cesaretler sezinleyebildim sanırım.. kızgınlık, pişmanlık, iki arada bir derelik vardı aklımda da, şimdi kalsın bir kenarda, başka bir şeyler düşüneyim diye unutuverdim yine onları.. unutmaya zorladım en azından şimdilik.. bakarsın gelirse hatrıma, okunması güç yazımla yine, karalarım pembe-siyahlı koparılmaktan sayfası kalmamış mini defterine...
saçmalamaların en olası saatlerinde -ki buna biz sabahın körü de diyebiliyoruz zaman zaman- iştahsızlığa biraz daha alışkın bir resimde görüyorum artık seni. denilenin aksine, tüm hatları belirgin bir fotoğraf değil, bariz bir resim... becerisiz bir adamın elinden çıkan, belli belirsiz iki tutam karalamadaki bir yüz görüyorum, az biraz evvel mutlu, şimdi öyle olmaya çok uzak olan...
...
insanın acıkan yeriyle, acıyan yeri farklıdır ya, öyle durursan acın dinmez; sessiz sakin iki lokmasız kalırsan toparlanmaya direnemez insan.. insanlığımız mı kaldı gerçi? boka püsüre sardık.. elimizde silah gibi sözlerle birbirimizi delik deşik etmeye fazlasıyla hazırdık artık ama hiç bir art niyetimiz olmadan (!) yapıyorduk bunları.. sükûnetli konuşunca art niyetsiz olduğumuzu sanıyorduk. ne büyük yanılgıymış halbu ki.. evlenecek yaşta olup, yolumuzu bulamayacak çocuklukta kalabiliyormuşuz demek böyle karman çormanlaşarak...
..
herkes daraldığında bir yerlere göç etmek ister değil mi? şehrinden uzaklaşarak, ruhunu odasına kitleyip çıkabildiğini sanır ...
odasını içine gömüp yolaldığını farkedemez uzaklaşırken şehrinden.. pas kilitli kapısını yanında taşırken, palas pandıras melodiler bizi üzmek için kolları sıvar..
işte zamanı geldi.. her bir şarkıya anlam yükleme direncimiz kırılmak üzere. hangimiz daha az üzülecek diye, yarışıyoruz birbirimizle kıyasıya...
hangimiz kaybederse bu şarkı ona gelsin o zaman...
tuzladığın yanağını öptüm... sanmıyordum bu saatlerde böyle dolu olabileceğini.. kalmış mıydı artık yükü geçmiş tatsızlığı geride gecelerin, yanılmışım sanırım..
yanıldığım pek çok şeyin olduğunu ve bundan sonra da olacağını rahatlıkla kestirebiliyordum .. olmasın, sıkmasın, sarsmasın diye, şaçmalıkların içinden çıkış yolunu çizip öyle iyileştirmeye çabalıyordum.. uğraştıkça seni de beni de iyi etmeyeceğini biliyordum bu yanlış merhemin. farkındaydım.. artık öyleydi.. kafama sokmuştun öyle olmayacağını.. peki, tamam...
bir placebo bekleyemezdik adını sanını bilmediğimiz hallerin bu iyileşme sürecinden, ancak elimize yüzümüze bulaştırdığımız ne varsa toparlayabilmeyi becerebilirdik sanki...
...
bunu bekliyoruz... koridorlarını geçerken, yankılarımızı duyabiliyoruz bu boş binanın duvarlarında.. terkettik şimdi de... artık fazlasıyla da köhne.. ağır kapısını arkamızdan bırakıyoruz ve kendiliğinden zaten kapanıp gidiyor yarı paslı yüksek mavi demir..
...
olur olmadık seslenen garip ruhani karaltıların varlığını, bol uykusuzluğuma veriyorum bol iyi niyetimle... aklıma düşmesin diye başka bir şey, "öyledir ", "böyledir" diyorum kendi kendime... zaten 3+1 'e ufak geldiğimden, fazlasıyla köşelere atma şansım var bu halüsinasyon zamanları... yine bir polyanna çalışması, yine bir hasır altı etme çabaları..
beklentisizce yaparsak, az zede verir belli ki;
umutla eşzamanlı, sonuçsuzlukla eşanlamlı ruh yıpratıcısıdır beklemek...
-kendi deliliğine ihtimal veren bir adamın, buna sebebiyetleri ortadan kaldırabilme lüksü ne zaman olur?
-dert edinmemeyi, umursamamayla karıştırmadığı zaman...
...
-"beni umursamayacak mısın?" dedi kadın üzgün bir tavırla.. "aramayacak mısın, sormayacak mısın?"
belli ki uzaklığın farkına o an daha da varmaya başlamıştı... buz duvar hallerinin bu güne yol açtığını sonunda görebiliyordu...
-"ben seninle bir hayat paylaşmışım... olur mu öyle şey? kendimi uzak tutmaya çalışacağım sadece." dedi dudaklarını zorlukla aralayıp adam...
aslında içinden neler demek istedi de.. dese değişen tek şeyin moraller olduğunu da biliyordu.. sustu...
-"sadece kendimi alıştırmaya çalışacağım buna. seni bilmiyorum ama ben ilk günkü gibiyim sana , senin şu an bana olamadığın gibi"...
sonra zaman durdu.. film geriye sardı... o ilk gecenin tadından son gecenin acısına sadece 1 senede ulaşıldı.. tam olarak bir sene.. 365 günden geri sayan bir anılar birikintisi ikisini de belli ki çok üzdü...
elinden ne gelse yapmaya hazırdı adam... gelmeyeceği besbelli otobüsü, son durağın bir köşesinde gecenin bir körü, belki bir umut diye beklemeye koyuldu...
ama bilmiyordu ki...
aşk iki kişilikitir...
birimiz hiç bir zaman yetemeyiz ikimize...
yapamayacağı şeyler isteyip, yapamadığında suçla O'nu Marla... bahanelerine, aslında hiç bir işe yaramayan minicik kalem kutusu büyüklüğünde, dünya pahası çantandan çıkartıp "tick" koymaya başla... onu yapmadı, bunu almadı, bunu etmedi diye diye kabart listeni.. aslında ömrünü yiyiyormuş bu düşüncesiz herif... bir kez daha gör... sen kadınlığını yaptın, nerde kaldı bu adamın erkekliği diye sorgu dünyasını başına yık, ömrünü çürüt... haklısın ... yapmalısın...
-benim için kredi çek dedim, yapmadı
-çok beğendiğim o süper elbiseyi almadı...
-araba desen. halâ o dandik hyundai accent a biniyoruz aklım almıyor bir türlü...
onlarca ağrı kesiciden sonra bu halsiz düşen bünyeyi rahata kavuşturma çabasına girsek şimdi... nasıl ne şekilde bilmiyorum ama bir yerlerden başlasak...
şimdiye dek dinmesi için ne yaptıysan, şu an itibariyle bir diğerine benzemeyen çabalarda bulunmak, bir şeyler için fena bir başlangıç sayılmaz belki..
müzik varsa kulağında onu durdurmak, dinginlik yoksa elini koyduğun yerde bundan arınmak... vs... vs..
kendine 1 sene sonra okuyacağın bir mektup yazsan, o bir saatte bakarsın düzeliverir nöronlar.. ben öyle bir şeyler yazmıştım vaktiyle sana... ağrılar mağduru değildim gerçi ama yazarken mutlu olduğumu hatırlıyorum... bakarsın işe yarar böyle bir şeyler...
minik bir tatil, bir iş katliamı, bakarsın tatlı hayat yaratır bünyede..
aileyle güzel vakitler, sevgiliyle güzel tadlar belki...
burada geçen 500'e yakın sözcükten büyük olanları bu blogda en sözü geçen kelimeler arasında...
"mi"leri "da"ları konuşurken olduğu gibi, yazarken de ayırabilen güruhtan olduğum için mutluyum diyebilirim...
"kendim"den ve "kendin"den bahsetmişim. bünye ikili kafa karışıklıklarına teşne* gayet...
ihtimallerde kalıp "belki"lemişim...pek iyi değil kararsız kalmak...
"zaman"lar, "ama"lar, "artık" lar, yaşıma göre biraz umutsuz bir hâl içinde olduğumu gösteriyor gibi... bolca da soru sormuşum "mi" ile "mu" ile biten... kafa epey bir karışık demek ki...
bir sene daha böyle gitse, yine bunlar "bold" laşır zannımca...
dışarıdan bakıldığında o kadar da kötü görünmüyorum aslında ama gel gör ki; bir çoklarının dediği gibi içi dışı bir olamıyor insanın gerçekten de ...
içe atmak bünyeye zarar, dışa vurum kendi bencilliğimiz... karşımızdakini öldürüp, içimizi rahatlatıveririz esir ettiğimiz deşarj anlarımızla.. yok bana uymaz o... kalsın içeride iyisi mi...
...
kimi şeyleri buralara yazdığımızda, notlarımızı bir yere ayırıp unutmamamızı sağladığımız gibi, dertlerimizi de bir kenara ayırıp dindirebilme başarımız olsa keşke...
keşke...
içimizde kalanların iki hecelik özeti..
teşne:bir sey yapmaya egilimi olan, egilimli, meyilli anlamina gelen ve 'teshne' okunan sözcük.
seni ne halde bıraktığımın farkında ama nasıl toparlanacağının eksikliğindeyim.
"ya beni anlamıyorsan..."
bunu düşündün mü hiç? her şeyi, en ince ayrıntısına kadar kurgulayan sen, belki de kimi noktaları görmeden, yaptıklarına devam ediyorsun... en ince ruh iyileştirmelerini yapmaya çalışırken, kadınına zaman tanımıyorsun... iyileştirmeye çalışken, deştiğinin farkına varmıyorsun kadınını...
karman çorman halin ne şirin değil mi... çok mu beğeniyorsun kendini böyle? olmadı di'mi haller istediğin gibi... battı kayığın minik su birikintisinde dar sokağının...
ne yapacağına, ne olacağına, burada kalıp kalmayacağına, O'nunla olup olmayacağına karar vermen gerekmiyor mu artık... gerçi şimdi ne olduğu belli oldu da, tam alışamadın diyelim...
bir gariplik var üzerinden bir süre daha atamayacağın... bu da belli belirsiz gelir gider yoklar, zedeler zaman zaman...
sana kızgınım, beni bunca zaman alıştırdığın için kendine... şu hissi kablel vukun nerede kaldı... ben kendimi görebilirken sen bizi neden göremedin ki o kadar da vaktimiz varken?
çok mu sert oldu... yok düşünme öyle... sakince soruyorum sadece...
bu boşalmaya yüz tutmuş evin duvarlarından sesini almak ister misin artık... terini silmek ister misin yastığımdan... tadını kaybetmeliyim artık... bu böyle olacaksa... kendimizi silmeden birbirimizi almalıyız birbirimizden...
sevebilmeye çalışmak kendini ne kadar zorlamasına bağlı insanın? "-e bilmek" burada gerekli mi? zaten olan birşeyi yapmaya devam etmeye çabalamak saçma mı? zor mu bitiyorsa? ya da neden biter... ben mi saçmalıyorum söyle bana o haldeyse?
Mira'yı dinledin mi dün gece? "Son Melodi"si kimin için geldi bu kez?
Sevdiğini söylediğin ilk günden son güne değişenleri kim koydu önümüze... Yoksa ben hayatının o ânına denk gelerek en kötü piyangonun sahibi mi oldum şimdi? Mira- Son Melodi
Çaresini bulamadığım, bulamayacağım sona katlanmaların bir ilki var bugün... Manasızlığına mı, çözümsüz oluşuna mı üzülmeli insan bilemiyor cidden... Elden gelemeyecek olan şeyleri, -mış gibi yaparak çözümlendirme hüznünü bolca alkol ve majezikle dindiremez insanoğlu besbelli. ya da daha bir miligram fazlalı minik ağrı kısıcılarla... kesilmeyen şeyleri kısmayı da başaramıyor bu aptal şeyler...
sorular, sorunlar... akıl içi kemirgen kıvrımlarla dolu 1 yılın sonu bolca birikmiş sevgi dolu anılar, hatıralar geçidi... yüksek çözünürlüklü, içini yaksak bütün şehire yetecek kadar aşk besini bir ev...
kendi fragmanını izlemeye alışkın olabilir mi insan tekrar... sonunu bilir olduğuna, baştan bilet alır mı?
Saşkın bir aklın sakin kalabileceği anlaşmasıyla , dingin bir için halâ böyle devam edebileceği garantisiyle yeniden, yeni baştan başlanabilir mi 0(sıfır) noktasından... İçi böyle kalır mı insanoğlunun yine?
sen sana aşıkken, ben bana senden bahsedebilir miyim?
bu bir talihsiz döngü müdür? voodoo'lar ne aşamada girebilir devreye? onlara mı kaldı işimiz artık?
dost olmaya hazır mıyım ya da?
Zifir...
bilsem hatalar mı var
hayat için zamanlar mı dar
kurar gider saatini durmaz an
sunar biter geri döner mi dün....
engelleri kaldır projesi; "kalbini engelleme, engelleri kaldır" sloganı ile her türlü siyasi ideoloji ve dünya görüşünün üstünde bir değer olarak kabul ettiği insan haklarına yönelik ihlal sorunlarının kaynağına ilişkin farkındalığı geliştirmek ve somut çözüm önerilerini uygun yöntem ve stratejilerle kalıcı şekilde hayata geçirmektir.*
Rodin Alper Bingöl'ün farkına varmamız gereken -şu an olduğundan daha da çok- önemli bir konuya yaklaşımındaki hassasiyeti, engellerikaldir.com kurucusu olarak bu öncü hareket girişimini tüm içtenliğimizle tebrik ve takdir ediyoruz ülke olarak...
Haberi olmayanlar da aşağıdaki alıntı metni okuyarak fikir sahibi olabilir ve eşe dosta, konuya hassasiyeti olup, proje hakkında bilgisi olmayanlara yönlendirilebilir...
"Her şey “insan” olmakla başlar. Hepimiz aynı şekilde doğduk, aynı şekilde doyduk, çocuk olduk. Sonra büyüdük, olduk. Kadın ve erkek olduk. Yaşlı ve genç. Özgür ve tutuklu. Siyah ve beyaz. Farklı sıfatlar verildi her birimize: uzun, kısa, şişman, güzel, çirkin, “engelli” olduk. Eşit olamadık bir tek. Hani herkes eşitti hayatta?! Neden bazıları daha eşittir ki bu hayatta!
..
Sen… Sokağa çıktığında kaç tane engelli ile karşılaşıyorsun? Karşılaştığında ne düşünüyorsun? Bir şey düşünüyor musun? Türkiye nüfusunun yüzde kaçı engelli biliyor musun? Sokakta bir engelli görmek için kaç engelin var farkında mısın? Peki onların nasıl yaşa(yama)dıklarının?
Büyüdüğünde kim olursan ol, ne yaparsan yap eşit yaşamak için çalışan insanlar var burada! Her insanın birçok engeli ve bir kalbi var. Kalbini engelleme, engelleri kaldır!
Eğer sen de insan olmayı önemsiyor, “bir engel de ben olmayayım” diyorsan;
http://www.engellerikaldir.com ‘a girerek destekleyenlere kendi adını ekleyerek hassasiyetini gösterebilir, facebook grubuna tüm listeni davet edebilir, msn iletine web site adresini yazabilir, blog veya sahip olduğun mecralarda konuya yer verebilir, konu hakkında fikir ve önerilerini e-posta gönderebilir, sponsor olabileceğini düşündüğün tanıdıklarına konuyu paylaşabilirsin.
Bir ressam ve grafiker olan Pierre Garcia-Fons'un oğludur. Katalan kökenli olmasının flamenko ve İspanyol kültüründeki doğu etkileriyle ilgilenmesinin bir nedeni olduğu düşünülmektedir. Suriye kökenli hocası François Rabbath'dan özel bir yay tekniği öğrenmiştir. Garcia-Fons müzik kariyerine Paris'te Roger Guérin'in yanında başladı. Aynı zamanda klasik müzik orkestralarında çaldı. 1987-1993 yılları arasında sadece kontrbaslardan oluşan Orchestre des Contrabasses topluluğunun üyesiydi. Ayrıca 1990 ve 1991 yıllarında Orchestre National de Jazz adlı orkestrada basist olarak çalıştı.
Gürol Ağırbaş, zaza bas gitarist, müzisyen. Türkiye'nin en tanınmış bas gitaristlerinden biridir. Çeşitli Türk pop müziği albümlerinde çalmış, Türk pop şarkıcılarıyla çalışmıştır. Türkiye'nin ilk solo bas gitar albümü Bas Şarkıları'nı çıkartmıştır. Perküsyonist Birol Ağırbaş'ın kardeşidir.6 telli bas gitar kullanmadan solo albüm yapma yeteneğine sahip virtüöz , türk pop tarihinin klasiklerinden demet sağıroğlu nun seslendirdiği arnavut kaldırımları adlı parçanın da bestekarıdır. şanlıurfa siverek doğumludur
göz karartıp, balıklama bağlılıkların bir yenisinin daha sırtımızı kanatmasını hayretler içinde seyrediyoruz... elle çizilen şeylerin düzeltilebilme olasılığına bir hayli alıştığımızdan olsa gerek, kusurlu yanlarına müdahale ederiz öngörüsüyle, her an izi kalmadan toparlayabileceğimize alıştırıyoruz fikrimizi... "kandırabilmekte cidden başarılı mıyız o kadar da kendimizi?"
elbet bir akıl sıfırlamasıyla yeni lezzetler edinebilir, yeni dehlizler arşınlayabiliriz... bunu istiyor muyuz? yemek mi bu? haz teni miyiz birbirimize sadece!!! bir başkası -başka bir hâl- mümkün değil mi ne kadar doğal bile olsa?
bunun arifesinde miyiz? istiyor muyuz iplerimizi çözmek? bu değişkenlik normal mi gelmelidir bize? "şalterimizi kapatalım bir süre, motorumuz soğusun ve aç başlasın yeni perde" mi mesela bu durum?
buna gücü, güveni, tadı kalır mı insanın? aşk bir mesai midir? gereklilik midir? "olsun, dursun bir kenarda" denilesi midir? her defasında neden soramıyoruz bunu.. ne kadar anlamsız kendimize soru soramamamız... takvim orada ama eskiyen yalnız biziz...
kendini çekip çıkardığın şey sadece seni mi bağlar? günlük hayat sorunlarında saatleri esir ederken, neden kendimizle ilgili konuşamayız... akşamın bir vakti, sabahın bir körüymüşcesine uyku mu gelir hep? ya da o anların gelmesine mi uğraşırız, bir gece daha konuşmadan atlatabiliriz diye...
kendi deliliğine ihtimal veren bir adamın, buna sebebiyetleri ortadan kaldırabilme lüksü ne zaman olur... o zaman kaçımız kendi başımıza kurtarabiliriz kendimizi sadece tek bir sohbetle... buna kendi evinde bir platonik hayat diyebiliriz belki...toparlanana dek..
{aşkın, karşı tarafın gıyabında, tek başına, psikopatça yaşanmaya başlanması halidir tutku... -atrej-}
Elbette var.. Ancak windows saflarına baktığımızda daha hatırı sayılır oranda az sayıda...
Bir elin parmaklarını geçmez...
Peki neden yok....
Aslında olay donanımda değil yazılımda.... Ceo'sunun sizi yolda görse sallamayacağı bir şirketin logosunu vücuduna damgalayacak kadar denyo olup kör gözlü Apple müridlerinin dillerinden düşürmedikleri "bizde virus yok" sözü, aslında "windows'a nazaran daha az virus bulaşıyor bilgisayarlarımıza" olarak değiştirilmesi gereken bir yanlıştır...
Sanki işletim sistemlerini kendileri yazmış gibi övünürler bir de... zaten nasıl oluyorsa o kadar cok övülüyor ki bu apple ve ürünleri, aletin kendi ağzı olsa bu kadar ukalalık yapamaz herhalde...
Peki neden virus yok diye bilinir ya da az var!
neden olmayışı (öyle bilinmesi) ile ilgili denebilecek; "Popüler olan şeye rağbet vardır da, o yüzden!" olabilir...
Virus yazan coder lar birilerinin bilgilerini depolamak çalmak ve yaymak, ya da sadece zarar verip bilgi sızdırmasına gerek kalmadan bilgisayarlara zarar vermek amaçlı virusler yazdıklarından, bunları da en hızlı biçimde en yaygın kullanılan işletim sistemleri üzerinde test edip alttan altan yaymakla meşguldürler...
Yani hiç bir coder dan "machintosh için bir virus yazayım milyarlarca insana dağılsın" demesini bekleyemezsiniz... En yaygın işletim sistemi tabi ki windows'tur ve zararlısı da bir o kadar fazla orandadır, bundan doğal da bir şey yoktur...
Makro virusler için platform önemsizdir. Windows, linux ya da Mac Os X olması hiç bir şey değiştirmez... Makro virüsler işletim sisteminin değil ait olduğu uygulamanın dilinde yazıldığından platformdan bağımsızdırlar ve uygulamayı çalıştırabilen tüm işletim sistemleri arasında yayılabilirler...Microsoft Office programınca yaratılan Word belgeleri, Excel elektronik çizelgeleri, PowerPoint sunumları, Access veritabanları, Corel Draw, AmiPro uygulamalarınca yaratılmış dosyalar vs. etkilenen dosya tipleri arasındadır...
1990'ların ikinci yarısından itibaren makro virüsler sıklaştı. Bu türden virüslerin birçoğu Word ve Excel gibi birçok Microsoft programını etkileyebilen betik dillerinde hazırlanıyorlardı. Bu virusler Microsoft Office ile yaratılmış belge ve elektronik çizelgelere bulaşmaktaydı. Word ve Excel Mac OS üzerinde de çalışabildiklerinden bu virusler Macintosh bilgisayarlara da yayılmaktaydı. Bu türden virüslerin bir çoğu virus bulaşmış eposta gönderme yetisinde değildiler. Eposta yoluyla yayılım gösteren virüsler Microsoft Outlook Com arayüzününün avantajını kullanmaktaydılar.
internet aramalarında, bazen ulaşmaya çalıştığımız şeyler dışındaki bir çok konuya dalmış olabilirliğimiz oldukça yüksek... ancak bu blogun internet üzerindeki aramalarıyla ilgili mini istatistiklere de şöyle bir bakınca (ben de yeni farkettim bu komik listeyi) nedemek istediğim aslında kolayca anlaşılabilir...
yukarıdaki görsellere tıkladığımızda büyüyecek bir listemiz var... bu son dönemdeki -ağırlıklı google- aramalarından sonra "sercansolmaz.com/blog" sayfasına yönlendirmeler anlamına geliyor...
süper ayrıntılar var..
*Muhtemelen "Michael jackson- smooth criminal" şarkısına ulaşmak için bir çoğumuz internet üzerinde "eni vici vokke" yazmaktan kendimizi alamamışız...
*erotik hikâyeler ile ilgili aramalardan da nasibimi alarak kendi adımdan fazla bir arama sonucu ile kendi içimde bir 2.liğe düşme hüsranı yaşıyor haldeyim :-)
herkesin bir üst komşu çekmişliği var mıdır? hep alttakiler mağdur da (biz oluyoruz o güruh), üsttekiler şeytan mıdır? hep o çocuklar
"bööeeggghhhhtgghhrööyyyy" diye bas bas bağırıp, koca takunyalarıyla depar atmak zorunda mıdır antrede bi' o yana bi' bu yana... kırılan dökülen vazolar hep bir bir üst komşunun kavgasının içinde mi yer almalıdır... zaten kavgasız gün geçer mi üst komşularda.... hep bağırış çağırış gecelerden sonra o iki küfürbaz insan, yatak odanızın üstünde nidalarıyla gecenizi bok etmek mi zorundadır... sabaha kadar yorulmazlar mı hiç... ne deli insanlar mı dersiniz bunlara...
ya da kendileri gümbür gümbür kurtlar vadisi izlerken sizin dinlediğiniz klasik müzik konseri, kişileri bol ızdıraplı, bir apartmanı da ayağa kaldıracak hale mi getirir gerginlikten...
volüm o kadar açık değil... kapalı olan ne peki?
<<<-böyle samimiyetler kalmadı tabi artık-
yılbaşında uyuyamıyoruz diyen yaşlılara da "son yılbaşınız olur inşallah" deyip öfkenizi atabildiniz mi hiç...
3 yıldır kızı öss'yi kazanamayan kokana teyzenin, her gece sabahlara kadar msn başından "didütt fıyt füyt" titreşimlerinden, sabahın 9'unda detoneler detonesi bir halde, mangadan "ık, bık" söylüyor olmasından, gına gelen bize, çektirdiklerini bil(e)miyor olmasından mütevellit, kızının gerizekalığından kazanamadığını kabul etmeyerek, benim çaldığım gitarıma dinlediğim müziğime laf etmesinin manâsı nedir... evde stüdyo mu var diyerek ohannes burgerlere, lebron james'lere, dumurlara sevk edilmemiz nasıl açıklanabilir???
apartmanda mimlenmek ve salonda oturup kitap okurken bile kapınızın çalınıp bu gürültü sizden mi geliyor diye ağızlardan salyalar çıkarılması ve onları bir güzel bozma hamlemize çalışmamız öfkeli kimliğimizin her an patlank verebilmesi anlamına mı geliyor... hazır cevap değilsek ve istediğimiz cevabı o an yapıştıramadığımızdan başımıza ağrıların girmesinin stresini kim kaldıracak peki... bunlar, hepsi, birbirinden sukunetli ev günleri yaşantımızın bir parçası mı? halen bir apartman sakiniyetinin içinde miyiz...??
yeni taşındığınız gün toplamı 5-10 kiloyu geçmeyecek kolilerinizi taşımanıza engel olmak için asansörün elektriğini kesen hıyar yöneticiye ne demeli...
emeklilik beklercesine apartman kavgasız gürültüsüz olsun diye 60 yaş ve üzeri olmasını mı beklemeliyim şimdi üst komşumun ... oh çocuk yok, bağırış çağırış yok, mis herşey... olsa olsa tuvaletten akıp tavanı pır pır döken sızıntı sular olur. bu da artık pek bir alışıldık(!) değil mi?!?
bir de alt kattaki komşunun sen hiç mi bakmazsın çamaşırı var mı balkonda oturuyorlar mı penceresi açık mı kapalı mı demeden "bödöf " diye halı silkmeleri durumları...bu da ner'den çıktı... oldu mu şimdi ?!?!?!?! bir nezaket bir hoşgörü ner'desiniz siz?
hikâye sözcüğü şapkasız tadımı kaçırıyor diyenlerdenseniz buyrun :)
alt+131 tuş kombinasyonunu kullanarak internette "şapkalı a" aramalarınıza son verebilirsiniz...
uğraşmayı sevenler için geliyor:
türkçe q klavyelerde shift e basılı tutup ardından 3'e, ardından da inceltmek istediğimiz (tercihen â) harfe basarak elde edebiliriz, büyük harf için (Â) shift+3 e bastıktan sonra shiftten elimizi çekmeden inceltmek istediğimiz harfe basmalıyız.
davetiye usülü dahil olunabilen "private shopping" Limango ve Markafoni sitelerine buradan tıklamalar yaparak üye olabilir, beni (aynı zamanda da kendinizi) özel mesajla "hajı bana davetiye gönder. n'olur n'olur ama lütfeeeennnn kenks!" derdinden uzaklaştırır, ne de güzel arkadaşım, dostum, sevdiceğim olursunuz...
iki site hakkında şirketlerin kendi açıklamalarını okuyup isterseniz üye olup internet alışveriş dünyasına bol indirimli bir girizgah yapabilirsiniz...
Kibariye'yi Liv Tyler'a çevirebileceğimiz, dünyanın en ünlü foto editorü sihirli değnek Photoshop'un, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi sitesinde sunulan dökümanların arasında rast geldiğim, işimize yarayacak bir "MERAK" kategorisi pdf'si...
araç kutusu kısayol türkçeleştirmelerinden, mini düzenlemeler için yardımlara kadar türkçe anlatımlar var...
elimizin altında bulunsun...
indirilesi pdf dosyası: (yaklaşık 2936012800 byte)
cüzdanından çıkardığı buruşmuş paraları alelacele tezgahın üzerine bıraktı... yüzünden belliydi gününün ne kadar zevkli(!) geçtiği. akşamın 8'inde ek iş için şehrin bir ucundan diğerine gitmesi 40 dakikayı buluyordu neredeyse... yapamayacağı şeylere burnunu soktukça, bu hale gelmişti... bir telaş, bir panik hali ... çocuk bakmak, kardeş sahibi olmak gibi bir şey değildi neticede...
ev sahibesi de birazdan gelirdi... küçük marla'ya süt vermiş miydi? üzerine jil Sander Sun'ın sindiği ipek, kırmızı gömleğini ütülemiş miydi? hanımı bunu biliyor muydu? ne kadar güzel koktuğunu ve bunun; marla'ya herkesten daha ucuza bakma sebebinin olduğunu.
(ses bulutu) soundcloud.com‘un yaptığımız bir müzik çalışmasını ekleyip, güzel, eğlenceli, ses frekanslarını da az çok görebileceğimiz ücretsiz (*) bir yükle/paylaş hizmeti var…
Tek koşul, yükleyeceğimiz müzik dosyasının ses formatının AIFF, WAVE, FLAC, OGG, MP3, AAC ’den biri olması. Yükleme yapıp indirilebilirliğini de ayarlayınca paylaşımın dibine vurabiliyoruz bu sayede… Kullanışlı da oldukça…
Şarkının istediğimiz saniyelerine tıklayıp, yorum ve açıklama da yapabiliyoruz… Bunu da şu şekilde kullanabiliriz… Şarkının “3.15″ inde gitaristin solosuyla ilgili bir açıklama ekleyebilir, konuk olduğunuz bir radyo programının ses dosyası üzerinde, ”1.25 “de telefon bağlantısı aldığınıza dair minik açıklamalar ekleyebilirsiniz… Sevdim ben…
Hatta kendi web sitenize direkt olarak kodlarını yerleştirip (çalan müzik dosyasının üzerindeki ’share’ butonundan) başka sayfalara gitmeden ‘çalar bir halde’ (embed) direkt paylaşabilirsiniz… Wordpress için gerekli olan bağlatı da burada…
örnek olarak; aşağıda biri bir web sitesi için, diğeri bir kısa film için hazırladığım, ufak iki çalışma var… buyrunuz…
"Ethno Trip Rings"
"Run Vos Run"
(*): barındırdığı kimi özelliklere göre premium üyelik seçenekleri de mevcut …
geceleri sabahlara bağlama nöbetlerini birine devretmek lazım.... sabahleyin, 5 dakika daha diye diye işe geç kalacaklar güruhunun içine girme tatsızlığını da bir yana koyarsak, göz acıması sırt yamulması bizi ne de çok üzmüyor mu zaten...
bir arkadaşımın dediği gibi... belki de cidden evrimimizi tamamlayamadık insan olarak... yoksa bu bel sırt ağrılarını bunca zamandır çekmiş ve de çekmeye devam ediyor olalım...
gece 12'ye kadar fena geçmiyor zaman ama 12'den sonra hızına şaşıyorum... sonra bir bakmışşın saat 5... Hay allah!!!
ben de boş durmadım şöyle bir şey yapayım dedim...
herşeye bir yerden erişme takıntım yüzünden, bir ara nerdeyse gmail hotmail site linklerini bile koyuyordum... bir haftaya diğer bağlantıların gittiği ilgili sayfaları da düzenleyince fena olmayacak gibi... böyle işte...
bir websiteniz var ve birsayfasında başka bir web sayfası üzerinde yer alan bilgileri link vermeden göndermek istiyorsunuz diyelim…
bunun manası yönlendirme yaptığınız sayfagerçekten istediğiniz web sayfasının içindeymiş gibi davranacaktır…
web adresinin yazdığı yer: sayfa içerisinde açılmasını istediğimiz url adresini yazmalıyız… width: açılacak sayfanın genişliği height: açılacak sayfanın yüksekliği
yukarıdaki kodları "index.html" ya da "default.html" sayfanıza ekleyin ve gerekli düzenlemeleri yapın…
sayfa hem aktif olarak kullanılabiliyor hem de kendi websayfanız içerisinde görünüyor…
Google’ın kendi proje sayfası’ndan http://code.google.com/p/live-android/ adresinden indirdiğim “LiveAndroid” i yüklerken, karşılaştığım hatalarla ve bir türlü başlamayan bir “live cd” performansı (!) ndan sonra pc'de bir sorun olduğunu ya da live installer’ı yüklediğimiz cd’de bad sector’ ler olduğunu düşünmekteyim…
eğer öyleyse… hatalı bir yükleme öyle oluyor deneyimini yaşamış olduk… kısmet düzgün, süper hızlı, vızır vızır bir android’e….
usb stick içinde olan dosyalarımızı Mac Os X sisteminde ( bir de yeni olarak Windows 7'de) sildiğimizde olan biten böyle...
silinendosyalar tıpkı normal diskimizin içerisinden silmişiz gibi önce "çöp kutusu"na taşınıyor... ondan sonra istersek gerialabilme şansımız oluyor...
denemeli miyim bu halleri bilmiyorum... çılgınlar gibi ortalıkta haykıra bağıra koşturmalıyım belki... o zaman rahatlayabileceğim biliyorum... birilerine söyleyebilirsem eğer, anlayışla karşılayabilirlerdi beni. aslında gizlide kalmış, boş boğazlılıkla, yüreklilik arasında ne yapacağını şaşırmışların dile getirdiğini ben nasıl diyeyim...
-nedenini söyleyebilir misin bana... elimde tutabileceğim tek bi' şeyim var mı... ben göremiyorum... -çok üzgünüm inan... yıllardır anlamaya çalışıyorum, başaramadım sanırım...
sen de anlamıyorsun değil mi beni? deli sanıyorsun....
bir insanın kısa hikayeden beklentisi nedir… ya da bir web gezginin diyelim. kısa hikaye dediğimiz zaman aklına ne gelmelidir… üye olanların paylaşmak istediği kendi yazdıkları denemeleri, hikayeleri ve benzeri yazıların yayınlandığı kisahikayeler.com sitesinin ziyaretçi istatistiklerini veren bir modülü var… bu modül bize kim hangi şehirden, hangi kelimeleri arama motorlarına yazarak, siteye ulaşmış gibi aydınlatıcı bilgiler vermekte… böylece hangi ilgi çeken aramalardan sonra siteye ulaşılıyor öğrenebiliyoruz… ama bir yandan da başka bir gerçeği daha vermekte… erotik hikayeler, baldız hikayeleri, sıcak hikayeler… bunlar da arama kelimeleri içinde geçen, istatsitiklerin arasında… eee. hikaye bu ucu açık tabi… sınırsız internet ucuzladı… .. sabahtan geceye izlenecek, okunacak hikayeler çoğaldı… kabahat bulmamak lazım…
Eylemleri, grevleri, zorlukları, hepsini sindiriyoruz. Bağışıklığımız yüksek, tüm dayanılmaz hak çalımlarına. Alışmışız, “koyver g…..ne gitsin” dedikçe de, ne hale geldiğimizi başkalarından dinliyoruz… Kendi halimizin farkına yıllar sonra vardığımızda da, “cidden geç olmuş, bir şeyleri oturup tartışmak için” diyeceğiz büyük olasılıkla…
— “bu kez farklı olacak ama! vuru’cam masasına yumruğumu , diy’cem bir bir laflarımı” deyip, gecesinde de; —“yaa, bu sefer konuşmanın seyri başka bir tarafa kaydı, lafı açılmadı mevzuların. ee biz de arkadaşlarla hiç girmedik o muhabbete“ klişesiyle geri adım attığımızı cümle aleme göstermiş olu’caz… Aleyhimizde herhangi bir şeye “hayır” diyemeyip, hemen susturulacağımızı bildiğimizden ya da ertesi gün iş yerinde, atar yaptık diye bir gece evvel, ayıplanma olasılığımızdaki tedirginlikten, “iyisi mi hiç ben açmayayım lafını” diyeceğiz… Yine cebelleştiğimiz üç kuruşa beş köfte alma çabamız olacak… Yine yetmeyecek, yine bi şeyler eksik kalacak… Aldığımız, hakkettiğimiz, istediğimizse uzak mutlu hayaller olacak… Birilerine hizmet ederken, şişsin diye cepleri, hayatımızı orada, o dört duvar arasında bir hiç uğruna harcadığımızı geç farketmiş olacağız. İçimizden binlerce küfür sayıp, karşısına dikilince sus pus olacağız, hayatı bize bağlı koca yağlı big boss!’ların …. Ama böyle alışmışız… Böylesine de müptelası olmuşuz ”yapacaktımlı, edecektimlii, tamam biraz daha bekleyelimli” diyalogların… Başkalarına kızıp, kendimizden hırsını alırcasına kazık kakacağız fermuarı çekip ağzımıza, işe güce devam etmeye…
Gün yüzü gormediğini farkettim geçen gün bahçede otururken... sıcak bir çayın, bir gece onceki pişmanlığın, patronla o malum takışmanın ve paraya sıkışmanın hepsinin beş dakika süresince kafanda fink atmasını gördüm yüzünde...
Uzun saatler de anlatsan anlayamazdım seni biliyorum... Anlamaya çalışır, anlayamazdım. Senin kadar etkilenmiş gibi de gösteremezdim sana yüzümü... Anlıyorum deyip arkamı donup eğlenceğimi de biliyorsun...Hepimiz böyleyiz...
Sana inat değil... Hayat böyle... Her duran kalp için 10 saniye üzülsek nefes alacak bir anımız bile olmaz... Ben de bunu istemem doğrusu... Yine de bir şeyler yapıp elimden geldiğince , yaşantıma devam edeceğim...