üç vakte kadar için kabarmış

bazen  kendimizi çok hızlı bir başkalaşıma bırakabiliyoruz...  bunu önceden kestiremiyor ve anlayamıyoruz ama o tüpün içinde hızla ilerlemekten de alamıyoruz kendimizi...

böyle zamanlarda, elini attığında ulaşabileceğin bir ilk yardım çantası olduğumu düşünüyorum. yaralarına ilk müdahaleyi yapıp, sonra da bir şey olmamış gibi beni bagajına tıktığını düşünüyorum sonra...

kabul etmesen de bu böyle, biliyorsun... olur ya bir itiraf saati yaparsan çok sevgili arkadaşlarınla bunu da bir gözden geçirirsin... o zaman hak vereceksindir...

şartlanmak şartlara bağlı

kendimi şartladığım, kimi şeyleri hep görmezden geldiğim ama şimdi o saflıklarıma gülerek baktığım günlerin acısını çıkarıyorum... 

sen de yap! 
nasıl mı?

kendini şartlayanların, olumsuzluktan ya da "ne yapalım yapacak başka bir şey yok" diyenlerin tam içinde bağdaş kurup oturarak...

bir sabah uyandım


bir sabah uyandım ve tüm nefesimin içimden çekildiğini hissettim… bunun bir anlamı olmalıydı… söyledikleri mi ? hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam etmek isteyişleri mi? her ikisi de ya da bir çoğu daha yanında…. bilemedim şimdi hangileri olduğunu...

bir alarm çaldı ve uyandım uykumdan…. ertelenecek bir tarafı yoktu bunun… fazlasıyla geç kalınmıştı ve yeni anlıyordum günler, haftalar önce ne olacağımızı… uyanmak için bir geç kalmışlık vardı sadece.. onun idrakı da yalandan yaşanan günlerin ardından oldu...

en güzel duygularla ağustos

bir kırılma yaşıyoruz içten içe… kabalaşıyor, çirkinleşiyor ve buna pek de dur demek istemiyoruz… beceremiyoruz bu dur deme anını...

sözcüklerimizi sivriltikçe, nerelere gideceğini, ne uçlara değeceğini bilemeyip, içimizde kalan  son 1-2 kırıntı ne varsa vuruyoruz yüzler arasında...
 
bir an geliyor… hızlı hızlı zamanı geçirmeye çalıştığını farkedip, bir soğuk duş etkisinde ve aydınlık gökyüzünün altında, yanında soğuk bir bira, elinde "de profundis" le buluyorsun kendini..  için sıkıntılı, bu iyi mi kötü mü, bildiğin şeyi sorguluyorsun halâ..

internetteki yüzümüz

şimdiye dek yaptıklarımızı, kimselerin bilmemesinin  ya da bilmiyor olduğunu sanmamızın bol keseden atmayı kolaylaştırması rahatlığıyla karşılaştığımızda, bize pişkin olma gücü veren bir hissiyat var belli ki...

bir kaç saat önce şunları okudum bir profilde...

 Unfaithful (2002)


"Milletin arkasından iş çevirenler,insanın yüzüne bakıp yalan söyleyenler, kendini akıllı sanıp ipliğinin pazara çıkmayacağını düşünenler. siz bi s.ktirin gidin de ortalık boşalsın.. Dünya eminim sizsiz daha iyi bir yer olacaktır.."

afrika'ya yardım edebilmek

 bu bir ajitasyon* değil bana göre... vicdanlı yanımızı kullanıp da paramızı almaya da çalışmıyorlar...
dünyanın gerçeği ve yardım edebilme imkanımız var ise zor olmayacak bir destek kampanyası..





Diyanet İşleri Başkanlığı, 1 Ağustos’tan itibaren başlattığı bu uygulama ile bütün operatörlerden Afrika yazıp 5601’ e gönderilecek olam smsler 5 tl karşılığında olacak. 3 sms gönderince bir fitre bir iftar parası odenmiş olacaktır.
trt haberi incelemek için lütfen tıklayalım: http://bit.ly/TRTAfrikaKampanya

bazen sen, bazen biz


ben bir gece, sen son lafını söyledikten sonraki o dumur sessizliğinden kaçmak için zorladım kendimi... şimdiye dek duymadığım -muhtemelen de kimseden duymayacağım- sözcüklerini bir bir akıl tahtamda bir yerlere sığdırmaya çalıştım..

ve beceremedim sanırım..

sana ihtiyacım olabilir bir gün... sevgine, sarılmana, beni güldürmene... sevmiyor olman aşikârken sırf iyi olayım diye eski sevgini gösterebilirsin belki bana... zor günlerinde yanında olmamın bir hatırı var mı bilmiyorum... şimdi ben onlardan birini kendime hak görüyorum...

ben bazen bencilim, bazen de öyle olmamanı diliyorum...

hiç parasız, birine bir eşyanızı gönderir miydiniz?

ne zaman evdeki artık tarayıcılı bir tanesini kullandığımdan pek işime yaramayan yazıcımı, crt (tüplü) monitörümü, eskiden pek sevdiğim ama şimdi pek o tarzdan hoşlanmadığımı düşündüğüm bir albümü, eski salonuma tam olan ama artık yeni evimde o kadar da içime sinmeyen halımı ya da artık yaş itibariyle pek okumayacağım kitaplarımı görsem, kime versem, ne etsem diye düşünmüşümdür hep...

facebook'ta, twitter'da yazsam, ücretsiz veriyorum diyeceğim bir şeyin altına garip bir psikolojiye bürüneceğinden kimse ben isterim diyemeyecektir... bir koltuğa 100 lira yaz herkes üşüşür ama ücretsiz veriyorum de bir garip bakar... 

ankara sevilmez, ankaradakiler sevilir


bir gün bir yazı yazdım, hayatım değişti;

"11 kasım 2005 antalya - ankara otobüs bileti "

şimdi sene 2011...  zamanı geldi...

hadi gidelim o zaman... pılı pırtıyı toparlayıp, tek bir cümle bırakıp ardımıza gidelim...

"hoşçakal" bir veda cümlesiyse, veda etmeyelim de etiketleyelim tek tek ankara'yı bize anımsatan kim varsa mark zuckerbergin havuzunda, öyle gidelim...

konur savaşları ve eli sopalı zabıtalar

avea'nın içine kaçan işportacıya atılan sandalye, kalas ve koca bir masa var

biber gazı nasıl kullanılır(?!)
ankara'da, vaktiyle maltepe pazarı kapatıldığı için yerlerinden olan, akabinde İ. Melih Gökçek'in de "o zaman akşamları konur sokakta, karanfil sokak'ta tezgah açsınlar" diyerek yüreklendirdiği işportacıların tezgahlarını kaldırmak için konur sokağa gelen Çankaya Belediyesi Zabıtaları, tam teşekküllü (!) müdahaleye hazır olmakla birlikte, "Halkçıyız Biz, Halkçı" diye bas bas bağıran Çankaya'nın adamları olarak da gayet bir ironi içinde çalışmaya başladılar...

seni anlıyorum


aynı yılın aynı saati, aynı dakikası henüz birbirimizi tanımadan benzer acıları farklı hallerde çekmiş(!) olmamız, birbirimize daha bir anlayışla yaklaşmamızı, yakınlaşmamızı sağlardı ama birbirimizi anlayabilmek için henüz çok erken... bu da bir gerçek...

dünya dönüyor oldukça, birileri hep yanlış zamanlarda, ne hikmetse o yanlış insanların içinde olup, bilmeden belki de yanından geçen bir adamın yıllarca karşılıksız sunabileceği bir sevgiden mahrum kalacaktı ya da pek sevgili kadın, elini artık tutamadığı adamın yüzünü binbir yüzde arayacaktı...

google plus davetiyeleri ve merak edilenler


google'ın yakın zamandaki buzz ve wave  projeleriyle başarısız olması ardından, artık kesin sonuç alınacağı beklentisiyle facebook'a rakip (!) gösterilen, 31 temmuz 2011'da resmi olarak devreye girecek "Google Sosyal Paylaşım Platformu" "Google Plus (google +)" yeni özellikleriyle ilgi çekmeye çalışırken bir yandan da nasıl davetiye alırım derdine düşmemize yol açtı...

gmail hesabınıza entergre olacak bir sistem olduğu için "Google Mail" inizle birlikte kullanabileceğimiz bir hesap olduğunu belirteyim...

ayrıca android sistemli cihazlarımızda kendine has bir uygulaması var iken diğer platformlarda henüz mobil sayfadan ulaşılabiliyor.. bu da bir google'ın kendi ürünlerini sevmesi olarak adlandırılabilir. ancak iphone developer'lar tabi ki durmayacaktır..

nedir Bu Google + ?
uzun uzun anlatımlardan evvel kısa özeti şöyle gibi;

geniş insan olmanın sırrı

insanoğlu gün geçtikçe iki yüzlülükte sınır tanımıyor, genişlikte nice çığırlar açıyor... bunu internet üzerinden bir tıkla takip edebiliyor olmak hem garip hem mide bulandırıcı..

vaktiyle birbirine demediğini bırakmayanların saadetini, birbirlerini okşamalarını şuradan izliyorum da; böyle geniş insan olmak, denileni yutmak, dediğini yalamak zor ama imkânsız değilmiş. içi rahat ediyorsa sıkıntı yokmuş... çevresindekilere ne?

yeni makine, yeni umutlar, angry birds ve marmaris

zor, sıkıntılı ve içinden kurtulma isteği duyduğum zorlu bir haftanın ardından bugün  fotografçılık için küçük benim için büyük bir adım attım... pek bir güzel nikon d 90'ım oldu..



imdb en iyi 250 film

imdb (internet movie database) kullanıcılarının kendi aralarında "vay efendim lord of the rings gibisi yok" , "olur mu abicim godfather gibisi gelmedi daha" münakaşalarınla bir alta bir üste inip çıkan bir sıralamaya sahip olan bir listesi olsa da, türk film oylama sitelerindeki gibi en azından "kurtlar vadisi fık", "kurtlar vadisi fük", "recep ivedik", "maskeli beşler" gibi filmleri liste başı görmediğimiz, olabildiğince sağlıklı, No#1'den başlanıp haydi izleyelim denilecek bir liste var şimdi sırada...


Linkleri tıklarsak ilgili filmin bilgisine de ulaşabiliyoruz...

bir blog açmanın zor yanları (1)

sanırım uzun bir yazı olacak. pek kestiremiyorum şimdiden...

webe ucundan da olsa bulaşıp birşeyler paylaşmak isteyenlerin aklında bir soru beliriyor son zamanlarda..

" aklımda fikirlerim, dilimde kelimelerim, makinamda fotoğraflarım, çantamda anılarım var ama bir web sayfam yok" ya da asıl soru "bir web sayfam/blog'um olmalı mı?" ne yapmak, neleri paylaşmak gerekiyor?

twitter kompleksleri

http://twitter.com/sercansolmaz adresinde ikâmet eden bir mikro blog'um var...

twitterdan takip edildikçe çoğu kez nezaketen geri dönüş yapıyorum... beğendiklerimi, hazırladığım bir listeden takip edip, herkesten gizliyorum (: ...


çok iade-i ziyaret olunca o listelerden takip etmeye başladım, daha iyi oluyormuş..

Imogen Heap- Embers Of Love

vaktiyle bir gitarist arkadaşımın, "olm bu kadın türkmüş biliyor musun, hayvan gibi (!) söylüyor şarkıyı" diye beni kandırırken tanıştığım, (yazık, demek ki o da bilmiyormuş (: sonra yıllar yılı bir türlü buna ikna olamadığım, ama adının "unknown artist- track 4" olmasından mütevellit, "kime sorsam da öğrensem"le geçen zamanların ardından bir gün yurduna bıraktıktan 1-2 saat sonra pek bir sevdiceğim bir insanın "sercaaaaan!!! biliyor musun dinlediğimiz Imogen Heap- Embers Of Love' mış" o şarkı, "hele bir de blanket'i var ki hemen dinle" diyerek beni mutlu anlara sevk eden bir kadın bu Imogen Heap.. tanısanız seversiniz öyle bir şey...

hayat aynı posta kodu insanlarına hayat




bazen bir bencillik yapıyorum ve bunu ikimiz için de iyi olduğunu düşünüp vicdanımı rahatlatıyorum(!) kızabilirsin bana evet.. uzakta durup -ama cidden çok uzakta- sesini getirmeyebilirsin de buralara artık... ona da kabul... belki kızarsan bunlara, daha çabuk uzaklaşırsın benden... ben öyle yapardım... nefret edersem düşünmezdim... ama nefret edemedim hiç o ayrı...

batu bugün bir resim yaptı bize





23 Nisan’da Bloglar Çocukların” projesi; UNICEF ve TOHUM OTİZM sponsorluğunda, H&M ve TÜRK TELEKOM katkılarıyla bu yıl üçüncüsü düzenleniyor.

23 Nisan'da bloglarımızı küçük kardeşlerimize bırakarak H&M, 23 Nisan günü çocuklara devredilen her blog için, yardıma muhtaç çocuklara toplamda 1000 adet kıyafet bağışlıyor..

kings of convenience- know how

iphone'umda random parçalar birbiri ardına dönerken, bir an, tanıdık ama nasıl derler, eski bir parçanın, günümüz düzenlemesi gibi gelen, son anda koşturup "neydi yahu bu, hangi ara atmışım player'a" dediğim bir naif şarkı geliyor şimdi..

norveçin havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez müzikal dehlizine doyamadığımız diyarından, simon and garfunkel'e yanıt olarak geldiğini diyenler yanlış demiyorlar sanki...


röyksopp'la "I Don't Know What I Can Save You From" da beraber çalışmış, elektroniğe uzak ya da karşı olanların bile alttan alttan kendilerini şarkının ritmine kaptırabileceği güzellikler yaratmış bir grup "Kings of Convenience"

if you want me "music from the motion picture"

 2006 yapımı, Dublin sokaklarında çalgıcılık yapan ve kız arkadaşı tarafından terkedilmiş bir adam ile annesi ve kızıyla yaşayan bir Çek göçmeninin müzik sayesinde tanışmaları, beraber çalmaya başlamaları ve yakınlaşmalarını anlatan "Once" filminden akılda kalan, hele ki "hayata küs" zamanlarınıza denk gelen bir şeyse, ağzınıza sıçabilecek bir şarkı geliyor şimdi..


80. Oscar ödül töreninde "Falling Slowly" şarkisiyla  "best song" ödülünü kazanan,  sesiyle sukûnet veren İrlandalı, The Frames’in solisti Glen Hansard ile 1988 doğumlu, piyanist, söz yazarı, müzisyen Çek Markéta Irglová'nın sesiyle başbaşayız şimdi..

SoundHound'la kafaları kırmaya son!



iphone için olmazsa olmaz yazılımlardan paramın yettiğince aldığım, kullandığım, "valla ben bunu düşünmüştüm de yeterli tesis yoktu" dediğim aplikasyonları gün aşırı bir bir yazıp çizeceğim burada ki "o kadar para veriyorsun, ne işine yarıyor" diyenlere "neye para ödersem, güzel hizmet alırım" şeklinde açıklamalı cevaplarım olacak...
not: beğeniler yalnızca beni bağlayacağı gibi, ne bir gözü kara apple savunucusuyum (ki burada öyle olmadığım açık: http://sercansolmaz.com/blog/?p=497) ne de bu yazılımcı amcalar benden haberdar..

şimdi başlıyoruz..


1- SOUNDHOUND


(çalarken dinlet, dinlerken öğren)


                            

evdesiniz, sokaktasınız, bardasınız, disco ya da pub'dasınız. bir parça çalıyor ve çok beğendiniz ama bilmiyorsunuz ne olduğunu... şarkı çalarken uygulamayı çalıştırıyoruz (gerçi o sırada ipodunuz da çalan no name bir parça için de olabiliyor bu özellik), kısa bir dinleme sonrası merak ettiğimiz şarkının adı,  albüm adı ve yılı, albümde kaçıncı şarkı olduğu, official videosu, bu sanatçıya benzeyen diğer şarkıcıları, itunes'dan satın alma linkini ve şarkının başka görüldüğü albümler & versiyonlarıyla ilgili süper bir liste geliyor.. türkçe parçalarda da elinden geldiğince başarılı (twitpic.com/4i0jme)

Rock Mafia - The Big Bang

yeni bir single, yeni bir grup.. Rock Mafia..
başta oyun adı gibi gelmişti ne yalan diyim (:


vaktiyle radiohead'e laf ettiği için Thom Yorke'dan "Miley daha çok küçük. Büyüdüğünde kendini bu kadar önemsememeyi öğrenir." şeklinde ayar alan, donla, gömlekle poz verip sonra pişmanım ben aybalam diye dert yanan 92'li güzel (aklı güzel olsun ama di mi!?) Miley Cyrus'un oynadığı The Big Bang, bir kısa film olan klibiyle beraber izlendiğinde lezzetini esirgemiyor bizden... ama aklıma takılan "Miley Cyrus" oynadığı için mi featuring yoksa grupta bir parmağı mı var bilemedim.. toplam 3 şarkı var, diğerleri tırt.. zaten lokomotif diye grup varını yoğunu bu şarkıya harcamış...




wordpress phpMyAdmin 'den tema değiştirme

                           

WordPress yönetim panelinden temalar ile ilgili bir işlem yaparken birden ana sayfa ve kendi kontrol panelinizde beyaz bir sayfa ile karşılaşıyorsanız FTP üzerinden tüm temaları kaldırıp sadece default'u bırakarak normale dönmesi her zaman çözüm olamayabiliyor...

Mira- Son Melodi

Sanatçısı hakkında hem kısa kısa bilgilenmiş, hem de şarkılarını tadacağımız bir bölümün ilk paylaşımı Mira'dan.. Sevdiceğim ilk adını söyleyip de o fantom kamera ile çekilmiş o güzelim klibini izleyince, bir öncesini ne zaman aldığımı bile hatırlamadığım albümleri bir kenara koyup, koşar adım Dost'a gidip aldığım bir albüm Mira- Eve Dönmeliyim.. Şarkı sözlerinde kendimizin zaman zaman kurmakta zorlandığı bir ağı birbirine bağlıyorlar..
Türkçe downtempo-rock parçalar yapan Mira ilk olarak Elec-Trip Records’in “Istanbul Calling Vol. 2” albümündeki etnik ögeler tasiyan, nostaljik “Bir Gün Gelir” parçasiyla ses verdi. Bir yandan “Norrda” grubunun solisti Selen Hünerli ile birlikte yürüttükleri “Nada” projesi için Türkçe vokalli psychedelic elektronik parçalar hazirlayan Miray Kurtuluş, 2007’de Tan Tunçag ile birlikte Mira’yi kurdu.Daha sonrasında da Eve Dönmeliyim albümünü çıkardı.

alışkanlık


insan ince olmayı, hassas, narin olmayı unutursa yaşantısının bir döneminde, o âna denk gelen her kim varsa hallice alır bundan nasibini.. insan sevdiğinden katlanır...

...

hoşgörülü davrandıkça, sevmediklerimize katlanır, alışkanlık deriz bunun adına..

yazınsal mazinin saman kokusu


bir defterim var..

içinde, bilgisayar kullanmaya başladığım ortaokul yaşlarımdan sonra zaten hiç bir vakit harflerini bitiştirmeyi beceremediğim çirkin el yazımla kimliğini bulamamış, kitaplardaki o bol süslü yazılara benzemeye çalıştıkça daha da bir çirkinleşen,  bir ilkokul çocuğunun yazısı gibi karalı, pasaklı bir defterim var...

sükût iyileştirebilir yeri geldiğinde herşeyi

                           

durağan hallerimden, hiç bir şeyi takmadığımı düşündüren sözlerimden bir  manâ çıkarmaya çalıştığında, aslında ne denli tanışamadığımızı da anlamış oluyoruz böylece...  her demi diline döktüğünde insan, kimi zaman tadını kaçırabiliyor ince çizgilerin... bazı şeylerin gözümüzün önünde ama dilimizin ucundan uzak olması daha bir insanî sanırım... gizemli kalmak için değil, tadında yaşabilmek için halleri, zaman zaman böyle gerekiyor...  ayrımını kendi içimizde yapınca da daha bir anlaşılır ve anlamlı olsa gerek...

apple iphone ve mac os x sistemlerde dns ayarları


pc lerdeki gibi alışageldiğimiz türlü türlü programlara alternatifler bulamayabiliyoruz çoğu zaman şirin, mini mac'lerimizde... aslında 1-2 küçük hamle ile gereken dns'leri girdikten sonra gerek  iphone,  gerekse macintosh yüklü (pcler de olabilir) cihazlarımızda "youtube" benzeri türkiye'den girişi uygunsuz (!) sitelere, başbakanın  "ben giriyorum siz de girin" önerisine kulak vererek giriş yapabiliriz :)

inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar

Çok sevgili arkadaşım Zeynep Tarkan'ın annesi Lale Dilligil'in sesinden Murathan Mungan dizeleri:

hayatımızı savurganca harcadığımız hallerin üzerine gelen, güzel, hüzünlü, anlamlı sözler...


Biri beyaz biri kara iki kedi..
birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak,
birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar.
Gölgeler akşamüstünü söylüyor.
Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.
Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu,
uzun yolları da göze alabilen bir dostluk

yüzün bana benzerse, sesim aynı kalmaz


ufak bir gülüşün vardı... hatırlıyorsun... bana yerleşti o... birden bire yüksek sesli kahkahaların yüzüme oturdu sonra.. durgun bir halin vardı ya koltuğumda zaman zaman... kapı eşiğine not ettim onu... girer çıkarken bakıyor, çok keyifliysem aynı o eski moduma geri döndürüyorum kendimi...zorluyorum bunun için...

anneler yavruları açken yemek yiyemezler ya;
ben de, sen gri elbiseni giydiğinde gülemiyorum hiç bir şeye...

çınar ağacı


şimdi büyük bir çınar ağacının esintisinde, o büyük gölgede saymaya başlıyorum... sımsıkı yumup gözlerimi,  bitene kadar bu oyun,  sayıları sayıp, aklımı resetlemeyi düşünüyorum... bana yardımcı olabilir misin? senin için zor olmasa gerek, bunu nasıl yapacağımı anlatmak...

arkamı döndüm. saklan şimdi !!!
saymaya başlıyorum...

şimdi...
elma dersem de çıkma, armut da!

gece misafirliğe gelmiş, uyku sersemi dönerken evine

Gidiyor musun diye sorma ne olur!
Biliyorsun, bu kez gidiyorum işte...
Ne de nereye diye sor bana ağlamaktan şişmiş gözlerle...
Gidiyorum senden... Gidiyorum...
Bilmediğim yerlerde ne olduğumu bilmeye gidiyorum...
Anla beni...

Buna vedasız bir terkediş de istersen
ya da birden bire uyandım de uykumdan
Ama ben olmayayım artık düşlerinde bir daha...
Zaman geçtikçe, acılar büyüdükçe
Bildiğimizden farklılaşacağız giderek...
Anla beni...

Sorma ne olur 'neden' diye bu gidişler...
Yorma beni...

düzeyli metamorfoz

bir düğmeye bastım geçen gün... hangisi bilmiyorum.. "to continue press any key!!!" diye bağırdı bill, ben de yaptım... "radikal değişimler, büyük yıkımlardan sonra olurmuş"  ... (kimse demedi, ben şimdi uydurdum bunu ).. ben de o yüzden bastım düğmeye... to change everything dude!

değişti bazı şeyler...  öyle olmasını istedim, öyle olmasını diledim...

üşengeçlik zırhımı salladım sokağa, girişkenlik techizatlarıma sarıldım...

nasip, kısmet bu işler...

kıspet miydi..

(böyle bir tebessüm oluyor bunu deyince insan çehresinde :-) )



Ingrid Michaelson "Be OK"

her kısa yazı bizi köşeye taşımaz...

zaman zaman bir köşelere şıkıştırılan buruşturulan yazıların, kâğıtların içinden yeni dışa vurumlarımızı gerçekleştirme  hissiyatıyla sarıldığımız blog dünyası, rahatlamamız için gayet de güzel bir yer olabiliyor...

kimi zaman fazla özele girip az çok tanıyanlara "çok mu fazla afişe haller yaratıyoruz " ya da hiç bilmeyenlere "şimdi şunu dedim, bunu dedim, acaba yanlış anlarlar mı" önyargıları, sevgili blogger(!) ları biraz frenlese de , yaldır yaldır yazmak için pek de elimiz kolumuz zihnimiz, kahvemiz, vodkamız, şarabımız eksik olmadan başında sabahlara dek konuşlanabileceğimiz bir ortam bu web günlüğü sayfaları...

elbet de evimizde "Yeni Metin Belgesi (3).txt" dosyamızın içerisine doldurup yazılarımızı kendimize mail atıp bir köşede tutabiliriz... insanın konuşmaya ihtiyacı var olduğu bir dünyada yazarak kendini aktarma ihtiyacı da pek tabi ki var olacaktır... olsun da zaten...

bununla ilgili, işportadan 2 liralık çorap alan ama moda blog'undan yazı eksik etmeyen güruhlardan, sağdan soldan kopi-peyst yaptığı haber, gündem, teknoloji vs. yazılarını "hajı bak bloğum -evet bloğum derler- doldu taştı haberle" diyerek 'araklarım pek fena' akımına kapılmış genç neferler çevresinde dönen yazılama dünyasında pek çok kimseyle ilgili yazı çıkar...

o isimleri buraya taşıyarak google rank'larıne katkıda bulunmaya nanik(!) yapıyorum tabi ki :-) ...

böylesi de var bir de... yazdıklarıyla yetinemeyen yazılınmasını isteyen(!) şöyleleri... yani bence öyle :-)
23 yaşındayım blog yazarıyım... mini cooper'ım, adı bugsy olan bir golden'ım, 37 numara çok güzel ayaklarım var...

özellikle son cümlede repertuar çeşnilemek için halka arz edilen bir durum görüyoruz... yerse...

blog yazarı olup google adsense'den paraları bir ay geçinecek kadar kazanmak., ya da onun hayaliyle yaşamak, sadece Hürriyet & PcNet haberlerini kopyalamakla olacak iş değil ama düşüncesi bile güzel, çok şirin şeyler bunlar cidden...

oturduğumuz yerden para kazanmaya çok hevesliyiz zaar...

arz-ı hâl betimlemesi ve buna çareler



gece yarısı 12 de evden çıkıp, gece 4 de bar programından çıkıp, sabah 6 da duştan çıkıp, akşam 7 de işten çıktığım günlerde, kalan 5 saati kendime ayırabilmeyi istiyorum tamamiyle...

ertesi gün başımı zonklatan vodka-redbull un yarattığı damacana özlemini keyifle yaşayacağım öğlene kadar yarı uykulu olup, "oh mis ev ofis ne de hoşmuş"luğuna koşmak istiyorum zaman zaman...

...

tadım yokken, "dur ben keyiflenmek için sağa sola sardırayım, kalabalıklarda koşturayım, gürültüden kopmayayım, ortamlara akayım, bir iki yazışlar yapayım" insanı olmak için fikirlerini salık veren gürühun teselli verdiği bir birey olarak -kesinlikle su ile yapılmayacak- bol süt köpüklü cappucino mu ya da tek buzlu vodka vişnemi içerken, kucağımda mırıldayan kedilerime "dur evladım basma şu klavyenin tuşlarına" derken,  fonda bir demet 'Beirut',  "Ingrid Michaelson", "Jay Jay Johanson", "Michael Bublê" , "Jason Mraz" , "Mira" ve yahut "Idan Raichel" dinlemek çok daha çekici geliyor ne yalan diyeyim...(şu an olduğu gibi)

gerçi düşük mode-on olmadan da bunları pekâla da yapıp, bünyeyi huzurlama girişimleri güzel bir deşarj ve keyiflenme çalışması olabilir, tavsiye ederim...

o halde sıradaki şarkımız toparlanmaya çalışan bünyelere, sözlerini bilmeden de şarkılarından onlarca anlam çıkarabileceğimiz Idan Raichel Project 'den gelsin- "Mi'ma'makim"

pas kilitli şehrin palas pandıras şarkısı


şüphe uyandıran cümlelerle geldim bugün yanına.. her tadında farklı cesaretler sezinleyebildim sanırım.. kızgınlık, pişmanlık, iki arada bir derelik vardı aklımda da, şimdi kalsın bir kenarda, başka bir şeyler düşüneyim diye unutuverdim yine onları.. unutmaya zorladım en azından şimdilik.. bakarsın gelirse hatrıma, okunması güç yazımla yine, karalarım pembe-siyahlı koparılmaktan sayfası kalmamış mini defterine...

saçmalamaların en olası saatlerinde -ki buna biz sabahın körü de diyebiliyoruz zaman zaman-  iştahsızlığa biraz daha alışkın bir resimde görüyorum artık seni. denilenin aksine, tüm hatları belirgin bir fotoğraf değil, bariz bir resim... becerisiz bir adamın elinden çıkan, belli belirsiz iki tutam karalamadaki bir yüz görüyorum, az biraz evvel mutlu, şimdi öyle olmaya çok uzak olan...
...

insanın acıkan yeriyle, acıyan yeri farklıdır ya, öyle durursan acın dinmez; sessiz sakin iki lokmasız kalırsan toparlanmaya direnemez insan.. insanlığımız mı kaldı gerçi? boka püsüre sardık.. elimizde silah gibi sözlerle birbirimizi delik deşik etmeye fazlasıyla hazırdık artık ama hiç bir art niyetimiz olmadan (!) yapıyorduk bunları.. sükûnetli konuşunca art niyetsiz olduğumuzu sanıyorduk. ne büyük yanılgıymış halbu ki..  evlenecek yaşta olup, yolumuzu bulamayacak çocuklukta kalabiliyormuşuz demek böyle karman çormanlaşarak...

..

herkes daraldığında bir yerlere göç etmek ister değil mi? şehrinden uzaklaşarak, ruhunu odasına kitleyip çıkabildiğini sanır ...
odasını içine gömüp yolaldığını farkedemez uzaklaşırken şehrinden.. pas kilitli kapısını yanında taşırken, palas pandıras melodiler bizi üzmek için kolları sıvar..

işte zamanı geldi.. her bir şarkıya anlam yükleme direncimiz kırılmak üzere. hangimiz daha az üzülecek diye, yarışıyoruz birbirimizle kıyasıya...

hangimiz kaybederse bu şarkı ona gelsin o zaman...

kanılar, tanılar ve sanrılar tadı

tuzladığın yanağını öptüm... sanmıyordum bu saatlerde böyle dolu olabileceğini.. kalmış mıydı artık yükü geçmiş tatsızlığı geride gecelerin, yanılmışım sanırım..

yanıldığım pek çok şeyin olduğunu ve bundan sonra da olacağını rahatlıkla kestirebiliyordum .. olmasın, sıkmasın, sarsmasın diye, şaçmalıkların içinden çıkış yolunu çizip öyle iyileştirmeye çabalıyordum..  uğraştıkça seni de beni de iyi etmeyeceğini biliyordum bu yanlış merhemin. farkındaydım.. artık öyleydi.. kafama sokmuştun öyle olmayacağını.. peki, tamam...

bir placebo bekleyemezdik adını sanını bilmediğimiz hallerin bu iyileşme sürecinden, ancak elimize yüzümüze bulaştırdığımız ne varsa toparlayabilmeyi becerebilirdik sanki...
...
bunu bekliyoruz... koridorlarını geçerken, yankılarımızı duyabiliyoruz bu boş binanın duvarlarında.. terkettik şimdi de... artık fazlasıyla da köhne.. ağır kapısını arkamızdan bırakıyoruz ve kendiliğinden zaten kapanıp gidiyor yarı paslı yüksek mavi demir..
...
olur olmadık seslenen garip ruhani karaltıların varlığını, bol uykusuzluğuma veriyorum bol iyi niyetimle... aklıma düşmesin diye başka bir şey, "öyledir ", "böyledir" diyorum kendi kendime... zaten 3+1 'e  ufak geldiğimden, fazlasıyla köşelere atma şansım var bu halüsinasyon zamanları... yine bir polyanna çalışması, yine bir hasır altı etme çabaları..

beklentisizce yaparsak, az zede verir belli ki;
umutla eşzamanlı, sonuçsuzlukla eşanlamlı ruh yıpratıcısıdır beklemek...

bekliyoruz o haldeyse...

aşk iki kişiliktir

-kendi deliliğine ihtimal veren bir adamın, buna sebebiyetleri ortadan kaldırabilme lüksü ne zaman olur?
-dert edinmemeyi, umursamamayla karıştırmadığı zaman...

...

-"beni umursamayacak mısın?" dedi kadın üzgün bir tavırla.. "aramayacak mısın, sormayacak mısın?"

belli ki uzaklığın farkına o an daha da varmaya başlamıştı... buz duvar hallerinin bu güne yol açtığını sonunda görebiliyordu...

-"ben seninle bir hayat paylaşmışım... olur mu öyle şey?  kendimi uzak tutmaya çalışacağım sadece." dedi dudaklarını  zorlukla aralayıp adam...

aslında içinden neler demek istedi de.. dese değişen tek şeyin moraller olduğunu da biliyordu.. sustu...

-"sadece kendimi alıştırmaya çalışacağım buna. seni bilmiyorum ama ben ilk günkü gibiyim sana , senin şu an bana olamadığın gibi"...

sonra zaman durdu.. film geriye sardı... o ilk gecenin tadından son gecenin acısına sadece 1 senede ulaşıldı.. tam olarak bir sene.. 365 günden geri sayan bir anılar birikintisi ikisini de belli ki çok üzdü...

elinden ne gelse yapmaya hazırdı adam... gelmeyeceği besbelli otobüsü,  son durağın bir köşesinde gecenin bir körü, belki bir umut diye beklemeye koyuldu...

ama bilmiyordu ki...
aşk iki kişilikitir...
birimiz hiç bir zaman yetemeyiz ikimize...

şirazen dağılınca, ne yapsan haklısın

yapamayacağı şeyler isteyip, yapamadığında suçla O'nu Marla... bahanelerine, aslında hiç bir işe yaramayan minicik kalem kutusu büyüklüğünde, dünya pahası çantandan çıkartıp "tick" koymaya başla... onu yapmadı, bunu almadı, bunu etmedi diye diye kabart listeni.. aslında ömrünü yiyiyormuş bu düşüncesiz herif... bir kez daha gör... sen kadınlığını yaptın, nerde kaldı bu adamın erkekliği diye sorgu dünyasını başına yık, ömrünü çürüt... haklısın ... yapmalısın...

-benim için kredi çek dedim, yapmadı
-çok beğendiğim o süper elbiseyi almadı...
-araba desen. halâ o dandik hyundai accent a biniyoruz aklım almıyor bir türlü...


ne kadar zor değil mi böyle yaşamak...

migrenif ağrılarından bir tutam uçursak fezaya?


...

onlarca ağrı kesiciden sonra bu  halsiz düşen bünyeyi rahata kavuşturma çabasına girsek şimdi...  nasıl ne şekilde bilmiyorum ama bir yerlerden başlasak...

şimdiye dek dinmesi için ne yaptıysan, şu an itibariyle bir diğerine benzemeyen çabalarda bulunmak, bir şeyler için fena bir başlangıç sayılmaz belki..

müzik varsa kulağında onu durdurmak, dinginlik yoksa elini koyduğun yerde bundan arınmak... vs... vs..

kendine 1 sene sonra okuyacağın bir mektup yazsan, o bir saatte bakarsın düzeliverir nöronlar.. ben öyle bir şeyler yazmıştım vaktiyle sana... ağrılar mağduru değildim gerçi ama yazarken mutlu olduğumu hatırlıyorum... bakarsın işe yarar böyle bir şeyler...

minik bir tatil, bir iş katliamı, bakarsın tatlı hayat yaratır bünyede..
aileyle güzel vakitler, sevgiliyle güzel tadlar belki...

içe atmak bünyeye zarar, dışa vurum kendi deşarjımız


burada geçen 500'e yakın sözcükten büyük olanları bu blogda en sözü geçen kelimeler arasında...
  • "mi"leri "da"ları konuşurken olduğu gibi, yazarken de ayırabilen güruhtan olduğum için mutluyum diyebilirim...
  • "kendim"den ve "kendin"den bahsetmişim. bünye ikili kafa karışıklıklarına teşne* gayet...
  • ihtimallerde kalıp "belki"lemişim...pek iyi değil kararsız kalmak...
  • "zaman"lar, "ama"lar, "artık" lar, yaşıma göre biraz umutsuz bir hâl içinde olduğumu gösteriyor gibi... bolca da soru sormuşum "mi" ile "mu" ile biten... kafa epey bir karışık demek ki...
bir sene daha böyle gitse, yine bunlar "bold" laşır zannımca...

dışarıdan bakıldığında o kadar da kötü görünmüyorum aslında ama gel gör ki; bir çoklarının dediği gibi içi dışı bir olamıyor insanın gerçekten de ...

içe atmak bünyeye zarar, dışa vurum kendi bencilliğimiz... karşımızdakini öldürüp, içimizi rahatlatıveririz esir ettiğimiz deşarj anlarımızla.. yok bana uymaz o... kalsın içeride iyisi mi...

...

kimi şeyleri buralara yazdığımızda, notlarımızı bir yere ayırıp unutmamamızı sağladığımız gibi, dertlerimizi de bir kenara ayırıp dindirebilme başarımız olsa keşke...

keşke...
içimizde kalanların iki hecelik özeti..

teşne:bir sey yapmaya egilimi olan, egilimli, meyilli anlamina gelen ve 'teshne' okunan sözcük.

empatiler kadınıyım, anlayışlı olabilir misin bencil genime?

seni ne halde bıraktığımın farkında ama nasıl toparlanacağının eksikliğindeyim.
"ya beni anlamıyorsan..."
bunu düşündün mü hiç? her şeyi, en ince ayrıntısına kadar kurgulayan sen, belki de kimi noktaları görmeden, yaptıklarına devam ediyorsun... en ince ruh iyileştirmelerini yapmaya çalışırken, kadınına zaman tanımıyorsun... iyileştirmeye çalışken, deştiğinin farkına varmıyorsun kadınını...

ada vapuru yandan çarptı


bu plansızlık da neyin nesi be adam?

karman çorman halin ne şirin değil mi... çok mu beğeniyorsun kendini böyle? olmadı di'mi haller istediğin gibi... battı kayığın minik su birikintisinde dar sokağının...


ne yapacağına, ne olacağına, burada kalıp kalmayacağına, O'nunla olup olmayacağına karar vermen gerekmiyor mu artık... gerçi şimdi ne olduğu belli oldu da, tam alışamadın diyelim...


 bir gariplik var üzerinden bir süre daha atamayacağın... bu da belli belirsiz gelir gider yoklar, zedeler zaman zaman...

çocukken küserdik biz


sana kızgınım, beni bunca zaman alıştırdığın için kendine... şu hissi kablel vukun nerede kaldı... ben kendimi görebilirken sen bizi neden göremedin ki o kadar da vaktimiz varken?

çok mu sert oldu... yok düşünme öyle... sakince soruyorum sadece...

bu boşalmaya yüz tutmuş evin duvarlarından sesini almak ister misin artık... terini silmek ister misin yastığımdan... tadını kaybetmeliyim artık... bu böyle olacaksa... kendimizi silmeden birbirimizi almalıyız birbirimizden...


Zifir


sevebilmeye çalışmak kendini ne kadar zorlamasına bağlı insanın? "-e bilmek" burada gerekli mi? zaten olan birşeyi yapmaya devam etmeye çabalamak saçma mı? zor mu bitiyorsa? ya da neden biter... ben mi saçmalıyorum söyle bana o haldeyse?

Mira'yı dinledin mi dün gece? "Son Melodi"si kimin için geldi bu kez?
Sevdiğini söylediğin ilk günden son güne değişenleri kim koydu önümüze...  Yoksa ben hayatının o ânına denk gelerek en kötü piyangonun sahibi mi oldum şimdi?

Mira- Son Melodi

Çaresini bulamadığım, bulamayacağım sona katlanmaların bir ilki var bugün...  Manasızlığına mı, çözümsüz oluşuna mı üzülmeli insan bilemiyor cidden... Elden gelemeyecek olan şeyleri, -mış gibi yaparak çözümlendirme hüznünü bolca alkol ve majezikle dindiremez insanoğlu besbelli. ya da daha bir miligram fazlalı minik ağrı kısıcılarla... kesilmeyen şeyleri kısmayı da başaramıyor bu aptal şeyler...

sorular, sorunlar... akıl içi kemirgen kıvrımlarla dolu 1 yılın sonu bolca birikmiş sevgi dolu anılar, hatıralar geçidi... yüksek çözünürlüklü, içini yaksak bütün şehire yetecek kadar aşk besini bir ev...
kendi fragmanını izlemeye alışkın olabilir mi insan tekrar... sonunu bilir olduğuna, baştan bilet alır mı?

Saşkın bir aklın sakin kalabileceği anlaşmasıyla , dingin bir için halâ böyle devam edebileceği garantisiyle yeniden, yeni baştan başlanabilir mi 0(sıfır) noktasından... İçi böyle kalır mı insanoğlunun yine?

sen sana aşıkken, ben bana senden bahsedebilir miyim?
bu bir talihsiz döngü müdür? voodoo'lar ne aşamada girebilir devreye? onlara mı kaldı işimiz artık?

dost olmaya hazır mıyım ya da?
Zifir...
bilsem hatalar mı var
hayat için zamanlar mı dar
kurar gider saatini durmaz an
sunar biter geri döner mi dün....

Zifir...

Engelleri Kaldırmak Kolay mı?

engelleri kaldır projesi; "kalbini engelleme, engelleri kaldır" sloganı ile her türlü siyasi ideoloji ve dünya görüşünün üstünde bir değer olarak kabul ettiği insan haklarına yönelik ihlal sorunlarının kaynağına ilişkin farkındalığı geliştirmek ve somut çözüm önerilerini uygun yöntem ve stratejilerle kalıcı şekilde hayata geçirmektir.*


Rodin Alper Bingöl'ün farkına varmamız gereken -şu an olduğundan daha da çok- önemli bir konuya yaklaşımındaki hassasiyeti, engellerikaldir.com kurucusu olarak bu öncü hareket girişimini tüm içtenliğimizle tebrik ve takdir ediyoruz ülke olarak...

Haberi olmayanlar da aşağıdaki alıntı metni okuyarak  fikir sahibi olabilir ve eşe dosta, konuya hassasiyeti olup, proje hakkında bilgisi olmayanlara yönlendirilebilir...

"Her şey “insan” olmakla başlar. Hepimiz aynı şekilde doğduk, aynı şekilde doyduk, çocuk olduk. Sonra büyüdük, olduk. Kadın ve erkek olduk. Yaşlı ve genç. Özgür ve tutuklu. Siyah ve beyaz. Farklı sıfatlar verildi her birimize: uzun, kısa, şişman, güzel, çirkin, “engelli” olduk. Eşit olamadık bir tek. Hani herkes eşitti hayatta?! Neden bazıları daha eşittir ki bu hayatta!

..





Sen… Sokağa çıktığında kaç tane engelli ile karşılaşıyorsun? Karşılaştığında ne düşünüyorsun? Bir şey düşünüyor musun? Türkiye nüfusunun yüzde kaçı engelli biliyor musun? Sokakta bir engelli görmek için kaç engelin var farkında mısın? Peki onların nasıl yaşa(yama)dıklarının?

Büyüdüğünde kim olursan ol, ne yaparsan yap eşit yaşamak için çalışan insanlar var burada! Her insanın birçok engeli ve bir kalbi var. Kalbini engelleme, engelleri kaldır!

Eğer sen de insan olmayı önemsiyor, “bir engel de ben olmayayım” diyorsan;

http://www.engellerikaldir.com ‘a girerek destekleyenlere kendi adını ekleyerek hassasiyetini gösterebilir, facebook grubuna tüm listeni davet edebilir, msn iletine web site adresini yazabilir, blog veya sahip olduğun mecralarda  konuya yer verebilir, konu hakkında fikir ve önerilerini e-posta gönderebilir, sponsor olabileceğini düşündüğün tanıdıklarına konuyu paylaşabilirsin.

Gün gelecek, herkes önce “insan” olacak…


Engelleri Kaldır Hareketi

www.Engellerikaldir.com

*:ekşi sözlük:talking head

Renaud Garcia Fons

Bir ressam ve grafiker olan Pierre Garcia-Fons'un oğludur. Katalan kökenli olmasının flamenko ve İspanyol kültüründeki doğu etkileriyle ilgilenmesinin bir nedeni olduğu düşünülmektedir. Suriye kökenli hocası François Rabbath'dan özel bir yay tekniği öğrenmiştir. Garcia-Fons müzik kariyerine Paris'te Roger Guérin'in yanında başladı. Aynı zamanda klasik müzik orkestralarında çaldı. 1987-1993 yılları arasında sadece kontrbaslardan oluşan Orchestre des Contrabasses topluluğunun üyesiydi. Ayrıca 1990 ve 1991 yıllarında Orchestre National de Jazz adlı orkestrada basist olarak çalıştı.






Roverly

Balıkesir'de geniş boş bir toprak alandan kareler...

Gürol Ağırbaş Sextet

Gürol Ağırbaş, zaza bas gitarist, müzisyen. Türkiye'nin en tanınmış bas gitaristlerinden biridir. Çeşitli Türk pop müziği albümlerinde çalmış, Türk pop şarkıcılarıyla çalışmıştır. Türkiye'nin ilk solo bas gitar albümü Bas Şarkıları'nı çıkartmıştır. Perküsyonist Birol Ağırbaş'ın kardeşidir.6 telli bas gitar kullanmadan solo albüm yapma yeteneğine sahip virtüöz , türk pop tarihinin klasiklerinden demet sağıroğlu nun seslendirdiği arnavut kaldırımları adlı parçanın da bestekarıdır. şanlıurfa siverek doğumludur




Gürol Ağırbaş Konseri "If Performance Hall" görüntüleri

Gürol Ağirbaş b
Cihan Barbur vo
Göknil Gökmen dj
Birol Ağırbaş perc
Serdar Barçın sax
Tolga Kılıç key


YAPRAK--(Ezginin Günlüğü) düzenleme Gürol Ağırbaş




Jehan Barbur- Leyla

bitkisel aşk ve monolojik tutkular

made by©gotenloveyou
göz karartıp, balıklama bağlılıkların bir yenisinin daha sırtımızı kanatmasını hayretler içinde seyrediyoruz... elle çizilen şeylerin düzeltilebilme olasılığına bir hayli alıştığımızdan olsa gerek, kusurlu yanlarına  müdahale ederiz öngörüsüyle, her an izi kalmadan toparlayabileceğimize alıştırıyoruz fikrimizi... "kandırabilmekte cidden başarılı mıyız o kadar da kendimizi?"

elbet bir akıl sıfırlamasıyla yeni lezzetler edinebilir, yeni dehlizler arşınlayabiliriz... bunu istiyor muyuz? yemek mi bu?  haz teni miyiz birbirimize sadece!!! bir başkası -başka bir hâl-  mümkün değil mi ne kadar doğal bile olsa?

bunun arifesinde miyiz? istiyor muyuz iplerimizi çözmek?  bu değişkenlik normal mi gelmelidir bize?  "şalterimizi kapatalım bir süre, motorumuz soğusun ve aç başlasın yeni perde" mi mesela bu durum?

buna gücü, güveni, tadı kalır mı insanın?  aşk bir mesai midir? gereklilik midir? "olsun, dursun bir kenarda" denilesi midir? her defasında neden soramıyoruz bunu.. ne kadar anlamsız kendimize soru soramamamız... takvim orada ama eskiyen yalnız biziz...

kendini çekip çıkardığın şey sadece seni mi bağlar? günlük hayat sorunlarında saatleri esir ederken, neden kendimizle ilgili konuşamayız... akşamın bir vakti, sabahın bir körüymüşcesine uyku mu gelir hep? ya da o anların gelmesine mi uğraşırız, bir gece daha konuşmadan atlatabiliriz diye...

kendi deliliğine ihtimal veren bir adamın, buna sebebiyetleri ortadan kaldırabilme lüksü ne zaman olur... o zaman kaçımız kendi başımıza kurtarabiliriz  kendimizi sadece tek bir sohbetle... buna kendi evinde bir platonik hayat diyebiliriz belki...toparlanana dek..

{aşkın, karşı tarafın gıyabında,  tek başına, psikopatça yaşanmaya başlanması halidir tutku... -atrej-}

apple virüsleri, müridleri ve reklamatik sunum mottoları

MACINTOSHLAR DA VIRUS YOK MU ?

Elbette var.. Ancak windows saflarına baktığımızda daha hatırı sayılır oranda az sayıda...

Bir elin parmaklarını geçmez...

  • Peki neden yok....

Aslında olay donanımda değil yazılımda.... Ceo'sunun sizi yolda görse sallamayacağı bir şirketin logosunu vücuduna damgalayacak kadar denyo olup kör gözlü Apple müridlerinin dillerinden düşürmedikleri "bizde virus yok" sözü,  aslında "windows'a nazaran daha az virus bulaşıyor bilgisayarlarımıza" olarak değiştirilmesi gereken bir yanlıştır...

Sanki işletim sistemlerini kendileri yazmış gibi övünürler bir de... zaten nasıl oluyorsa o kadar cok övülüyor ki bu apple ve ürünleri, aletin kendi ağzı olsa bu kadar ukalalık yapamaz herhalde...

  • Peki neden virus yok diye bilinir  ya da az var!

neden olmayışı (öyle bilinmesi) ile ilgili denebilecek; "Popüler olan şeye rağbet vardır da, o yüzden!" olabilir...

Virus yazan coder lar birilerinin bilgilerini depolamak çalmak ve yaymak, ya da sadece zarar verip bilgi sızdırmasına gerek kalmadan bilgisayarlara zarar vermek amaçlı  virusler yazdıklarından, bunları da en hızlı biçimde en yaygın kullanılan işletim sistemleri üzerinde test edip alttan altan yaymakla meşguldürler...

Yani hiç bir coder dan "machintosh için bir virus yazayım milyarlarca insana dağılsın" demesini bekleyemezsiniz... En yaygın işletim sistemi tabi ki windows'tur ve zararlısı da bir o kadar fazla orandadır, bundan doğal da bir şey yoktur...

wikipedia'dan bir izlenim aktarmak gerekirse...

Makro virusler için platform önemsizdir. Windows, linux ya da Mac Os  X olması hiç bir şey değiştirmez... Makro virüsler işletim sisteminin değil ait olduğu uygulamanın dilinde yazıldığından platformdan bağımsızdırlar ve uygulamayı çalıştırabilen tüm işletim sistemleri arasında yayılabilirler...Microsoft Office programınca yaratılan Word belgeleri, Excel elektronik çizelgeleri, PowerPoint sunumları, Access veritabanları, Corel Draw, AmiPro uygulamalarınca yaratılmış dosyalar vs. etkilenen dosya tipleri arasındadır...

1990'ların ikinci yarısından itibaren makro virüsler sıklaştı. Bu türden virüslerin birçoğu Word ve Excel gibi birçok Microsoft programını etkileyebilen betik dillerinde hazırlanıyorlardı. Bu virusler Microsoft Office ile yaratılmış belge ve elektronik çizelgelere bulaşmaktaydı. Word ve Excel Mac OS üzerinde de çalışabildiklerinden bu virusler Macintosh bilgisayarlara da yayılmaktaydı. Bu türden virüslerin bir çoğu virus bulaşmış eposta gönderme yetisinde değildiler. Eposta yoluyla yayılım gösteren virüsler Microsoft Outlook Com arayüzününün avantajını kullanmaktaydılar.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...