aşk iki kişiliktir

-kendi deliliğine ihtimal veren bir adamın, buna sebebiyetleri ortadan kaldırabilme lüksü ne zaman olur?
-dert edinmemeyi, umursamamayla karıştırmadığı zaman...

...

-"beni umursamayacak mısın?" dedi kadın üzgün bir tavırla.. "aramayacak mısın, sormayacak mısın?"

belli ki uzaklığın farkına o an daha da varmaya başlamıştı... buz duvar hallerinin bu güne yol açtığını sonunda görebiliyordu...

-"ben seninle bir hayat paylaşmışım... olur mu öyle şey?  kendimi uzak tutmaya çalışacağım sadece." dedi dudaklarını  zorlukla aralayıp adam...

aslında içinden neler demek istedi de.. dese değişen tek şeyin moraller olduğunu da biliyordu.. sustu...

-"sadece kendimi alıştırmaya çalışacağım buna. seni bilmiyorum ama ben ilk günkü gibiyim sana , senin şu an bana olamadığın gibi"...

sonra zaman durdu.. film geriye sardı... o ilk gecenin tadından son gecenin acısına sadece 1 senede ulaşıldı.. tam olarak bir sene.. 365 günden geri sayan bir anılar birikintisi ikisini de belli ki çok üzdü...

elinden ne gelse yapmaya hazırdı adam... gelmeyeceği besbelli otobüsü,  son durağın bir köşesinde gecenin bir körü, belki bir umut diye beklemeye koyuldu...

ama bilmiyordu ki...
aşk iki kişilikitir...
birimiz hiç bir zaman yetemeyiz ikimize...

şirazen dağılınca, ne yapsan haklısın

yapamayacağı şeyler isteyip, yapamadığında suçla O'nu Marla... bahanelerine, aslında hiç bir işe yaramayan minicik kalem kutusu büyüklüğünde, dünya pahası çantandan çıkartıp "tick" koymaya başla... onu yapmadı, bunu almadı, bunu etmedi diye diye kabart listeni.. aslında ömrünü yiyiyormuş bu düşüncesiz herif... bir kez daha gör... sen kadınlığını yaptın, nerde kaldı bu adamın erkekliği diye sorgu dünyasını başına yık, ömrünü çürüt... haklısın ... yapmalısın...

-benim için kredi çek dedim, yapmadı
-çok beğendiğim o süper elbiseyi almadı...
-araba desen. halâ o dandik hyundai accent a biniyoruz aklım almıyor bir türlü...


ne kadar zor değil mi böyle yaşamak...

migrenif ağrılarından bir tutam uçursak fezaya?


...

onlarca ağrı kesiciden sonra bu  halsiz düşen bünyeyi rahata kavuşturma çabasına girsek şimdi...  nasıl ne şekilde bilmiyorum ama bir yerlerden başlasak...

şimdiye dek dinmesi için ne yaptıysan, şu an itibariyle bir diğerine benzemeyen çabalarda bulunmak, bir şeyler için fena bir başlangıç sayılmaz belki..

müzik varsa kulağında onu durdurmak, dinginlik yoksa elini koyduğun yerde bundan arınmak... vs... vs..

kendine 1 sene sonra okuyacağın bir mektup yazsan, o bir saatte bakarsın düzeliverir nöronlar.. ben öyle bir şeyler yazmıştım vaktiyle sana... ağrılar mağduru değildim gerçi ama yazarken mutlu olduğumu hatırlıyorum... bakarsın işe yarar böyle bir şeyler...

minik bir tatil, bir iş katliamı, bakarsın tatlı hayat yaratır bünyede..
aileyle güzel vakitler, sevgiliyle güzel tadlar belki...

içe atmak bünyeye zarar, dışa vurum kendi deşarjımız


burada geçen 500'e yakın sözcükten büyük olanları bu blogda en sözü geçen kelimeler arasında...
  • "mi"leri "da"ları konuşurken olduğu gibi, yazarken de ayırabilen güruhtan olduğum için mutluyum diyebilirim...
  • "kendim"den ve "kendin"den bahsetmişim. bünye ikili kafa karışıklıklarına teşne* gayet...
  • ihtimallerde kalıp "belki"lemişim...pek iyi değil kararsız kalmak...
  • "zaman"lar, "ama"lar, "artık" lar, yaşıma göre biraz umutsuz bir hâl içinde olduğumu gösteriyor gibi... bolca da soru sormuşum "mi" ile "mu" ile biten... kafa epey bir karışık demek ki...
bir sene daha böyle gitse, yine bunlar "bold" laşır zannımca...

dışarıdan bakıldığında o kadar da kötü görünmüyorum aslında ama gel gör ki; bir çoklarının dediği gibi içi dışı bir olamıyor insanın gerçekten de ...

içe atmak bünyeye zarar, dışa vurum kendi bencilliğimiz... karşımızdakini öldürüp, içimizi rahatlatıveririz esir ettiğimiz deşarj anlarımızla.. yok bana uymaz o... kalsın içeride iyisi mi...

...

kimi şeyleri buralara yazdığımızda, notlarımızı bir yere ayırıp unutmamamızı sağladığımız gibi, dertlerimizi de bir kenara ayırıp dindirebilme başarımız olsa keşke...

keşke...
içimizde kalanların iki hecelik özeti..

teşne:bir sey yapmaya egilimi olan, egilimli, meyilli anlamina gelen ve 'teshne' okunan sözcük.

empatiler kadınıyım, anlayışlı olabilir misin bencil genime?

seni ne halde bıraktığımın farkında ama nasıl toparlanacağının eksikliğindeyim.
"ya beni anlamıyorsan..."
bunu düşündün mü hiç? her şeyi, en ince ayrıntısına kadar kurgulayan sen, belki de kimi noktaları görmeden, yaptıklarına devam ediyorsun... en ince ruh iyileştirmelerini yapmaya çalışırken, kadınına zaman tanımıyorsun... iyileştirmeye çalışken, deştiğinin farkına varmıyorsun kadınını...

ada vapuru yandan çarptı


bu plansızlık da neyin nesi be adam?

karman çorman halin ne şirin değil mi... çok mu beğeniyorsun kendini böyle? olmadı di'mi haller istediğin gibi... battı kayığın minik su birikintisinde dar sokağının...


ne yapacağına, ne olacağına, burada kalıp kalmayacağına, O'nunla olup olmayacağına karar vermen gerekmiyor mu artık... gerçi şimdi ne olduğu belli oldu da, tam alışamadın diyelim...


 bir gariplik var üzerinden bir süre daha atamayacağın... bu da belli belirsiz gelir gider yoklar, zedeler zaman zaman...

çocukken küserdik biz


sana kızgınım, beni bunca zaman alıştırdığın için kendine... şu hissi kablel vukun nerede kaldı... ben kendimi görebilirken sen bizi neden göremedin ki o kadar da vaktimiz varken?

çok mu sert oldu... yok düşünme öyle... sakince soruyorum sadece...

bu boşalmaya yüz tutmuş evin duvarlarından sesini almak ister misin artık... terini silmek ister misin yastığımdan... tadını kaybetmeliyim artık... bu böyle olacaksa... kendimizi silmeden birbirimizi almalıyız birbirimizden...


Zifir


sevebilmeye çalışmak kendini ne kadar zorlamasına bağlı insanın? "-e bilmek" burada gerekli mi? zaten olan birşeyi yapmaya devam etmeye çabalamak saçma mı? zor mu bitiyorsa? ya da neden biter... ben mi saçmalıyorum söyle bana o haldeyse?

Mira'yı dinledin mi dün gece? "Son Melodi"si kimin için geldi bu kez?
Sevdiğini söylediğin ilk günden son güne değişenleri kim koydu önümüze...  Yoksa ben hayatının o ânına denk gelerek en kötü piyangonun sahibi mi oldum şimdi?

Mira- Son Melodi

Çaresini bulamadığım, bulamayacağım sona katlanmaların bir ilki var bugün...  Manasızlığına mı, çözümsüz oluşuna mı üzülmeli insan bilemiyor cidden... Elden gelemeyecek olan şeyleri, -mış gibi yaparak çözümlendirme hüznünü bolca alkol ve majezikle dindiremez insanoğlu besbelli. ya da daha bir miligram fazlalı minik ağrı kısıcılarla... kesilmeyen şeyleri kısmayı da başaramıyor bu aptal şeyler...

sorular, sorunlar... akıl içi kemirgen kıvrımlarla dolu 1 yılın sonu bolca birikmiş sevgi dolu anılar, hatıralar geçidi... yüksek çözünürlüklü, içini yaksak bütün şehire yetecek kadar aşk besini bir ev...
kendi fragmanını izlemeye alışkın olabilir mi insan tekrar... sonunu bilir olduğuna, baştan bilet alır mı?

Saşkın bir aklın sakin kalabileceği anlaşmasıyla , dingin bir için halâ böyle devam edebileceği garantisiyle yeniden, yeni baştan başlanabilir mi 0(sıfır) noktasından... İçi böyle kalır mı insanoğlunun yine?

sen sana aşıkken, ben bana senden bahsedebilir miyim?
bu bir talihsiz döngü müdür? voodoo'lar ne aşamada girebilir devreye? onlara mı kaldı işimiz artık?

dost olmaya hazır mıyım ya da?
Zifir...
bilsem hatalar mı var
hayat için zamanlar mı dar
kurar gider saatini durmaz an
sunar biter geri döner mi dün....

Zifir...

Engelleri Kaldırmak Kolay mı?

engelleri kaldır projesi; "kalbini engelleme, engelleri kaldır" sloganı ile her türlü siyasi ideoloji ve dünya görüşünün üstünde bir değer olarak kabul ettiği insan haklarına yönelik ihlal sorunlarının kaynağına ilişkin farkındalığı geliştirmek ve somut çözüm önerilerini uygun yöntem ve stratejilerle kalıcı şekilde hayata geçirmektir.*


Rodin Alper Bingöl'ün farkına varmamız gereken -şu an olduğundan daha da çok- önemli bir konuya yaklaşımındaki hassasiyeti, engellerikaldir.com kurucusu olarak bu öncü hareket girişimini tüm içtenliğimizle tebrik ve takdir ediyoruz ülke olarak...

Haberi olmayanlar da aşağıdaki alıntı metni okuyarak  fikir sahibi olabilir ve eşe dosta, konuya hassasiyeti olup, proje hakkında bilgisi olmayanlara yönlendirilebilir...

"Her şey “insan” olmakla başlar. Hepimiz aynı şekilde doğduk, aynı şekilde doyduk, çocuk olduk. Sonra büyüdük, olduk. Kadın ve erkek olduk. Yaşlı ve genç. Özgür ve tutuklu. Siyah ve beyaz. Farklı sıfatlar verildi her birimize: uzun, kısa, şişman, güzel, çirkin, “engelli” olduk. Eşit olamadık bir tek. Hani herkes eşitti hayatta?! Neden bazıları daha eşittir ki bu hayatta!

..





Sen… Sokağa çıktığında kaç tane engelli ile karşılaşıyorsun? Karşılaştığında ne düşünüyorsun? Bir şey düşünüyor musun? Türkiye nüfusunun yüzde kaçı engelli biliyor musun? Sokakta bir engelli görmek için kaç engelin var farkında mısın? Peki onların nasıl yaşa(yama)dıklarının?

Büyüdüğünde kim olursan ol, ne yaparsan yap eşit yaşamak için çalışan insanlar var burada! Her insanın birçok engeli ve bir kalbi var. Kalbini engelleme, engelleri kaldır!

Eğer sen de insan olmayı önemsiyor, “bir engel de ben olmayayım” diyorsan;

http://www.engellerikaldir.com ‘a girerek destekleyenlere kendi adını ekleyerek hassasiyetini gösterebilir, facebook grubuna tüm listeni davet edebilir, msn iletine web site adresini yazabilir, blog veya sahip olduğun mecralarda  konuya yer verebilir, konu hakkında fikir ve önerilerini e-posta gönderebilir, sponsor olabileceğini düşündüğün tanıdıklarına konuyu paylaşabilirsin.

Gün gelecek, herkes önce “insan” olacak…


Engelleri Kaldır Hareketi

www.Engellerikaldir.com

*:ekşi sözlük:talking head

Renaud Garcia Fons

Bir ressam ve grafiker olan Pierre Garcia-Fons'un oğludur. Katalan kökenli olmasının flamenko ve İspanyol kültüründeki doğu etkileriyle ilgilenmesinin bir nedeni olduğu düşünülmektedir. Suriye kökenli hocası François Rabbath'dan özel bir yay tekniği öğrenmiştir. Garcia-Fons müzik kariyerine Paris'te Roger Guérin'in yanında başladı. Aynı zamanda klasik müzik orkestralarında çaldı. 1987-1993 yılları arasında sadece kontrbaslardan oluşan Orchestre des Contrabasses topluluğunun üyesiydi. Ayrıca 1990 ve 1991 yıllarında Orchestre National de Jazz adlı orkestrada basist olarak çalıştı.






Roverly

Balıkesir'de geniş boş bir toprak alandan kareler...

Gürol Ağırbaş Sextet

Gürol Ağırbaş, zaza bas gitarist, müzisyen. Türkiye'nin en tanınmış bas gitaristlerinden biridir. Çeşitli Türk pop müziği albümlerinde çalmış, Türk pop şarkıcılarıyla çalışmıştır. Türkiye'nin ilk solo bas gitar albümü Bas Şarkıları'nı çıkartmıştır. Perküsyonist Birol Ağırbaş'ın kardeşidir.6 telli bas gitar kullanmadan solo albüm yapma yeteneğine sahip virtüöz , türk pop tarihinin klasiklerinden demet sağıroğlu nun seslendirdiği arnavut kaldırımları adlı parçanın da bestekarıdır. şanlıurfa siverek doğumludur




Gürol Ağırbaş Konseri "If Performance Hall" görüntüleri

Gürol Ağirbaş b
Cihan Barbur vo
Göknil Gökmen dj
Birol Ağırbaş perc
Serdar Barçın sax
Tolga Kılıç key


YAPRAK--(Ezginin Günlüğü) düzenleme Gürol Ağırbaş




Jehan Barbur- Leyla

bitkisel aşk ve monolojik tutkular

made by©gotenloveyou
göz karartıp, balıklama bağlılıkların bir yenisinin daha sırtımızı kanatmasını hayretler içinde seyrediyoruz... elle çizilen şeylerin düzeltilebilme olasılığına bir hayli alıştığımızdan olsa gerek, kusurlu yanlarına  müdahale ederiz öngörüsüyle, her an izi kalmadan toparlayabileceğimize alıştırıyoruz fikrimizi... "kandırabilmekte cidden başarılı mıyız o kadar da kendimizi?"

elbet bir akıl sıfırlamasıyla yeni lezzetler edinebilir, yeni dehlizler arşınlayabiliriz... bunu istiyor muyuz? yemek mi bu?  haz teni miyiz birbirimize sadece!!! bir başkası -başka bir hâl-  mümkün değil mi ne kadar doğal bile olsa?

bunun arifesinde miyiz? istiyor muyuz iplerimizi çözmek?  bu değişkenlik normal mi gelmelidir bize?  "şalterimizi kapatalım bir süre, motorumuz soğusun ve aç başlasın yeni perde" mi mesela bu durum?

buna gücü, güveni, tadı kalır mı insanın?  aşk bir mesai midir? gereklilik midir? "olsun, dursun bir kenarda" denilesi midir? her defasında neden soramıyoruz bunu.. ne kadar anlamsız kendimize soru soramamamız... takvim orada ama eskiyen yalnız biziz...

kendini çekip çıkardığın şey sadece seni mi bağlar? günlük hayat sorunlarında saatleri esir ederken, neden kendimizle ilgili konuşamayız... akşamın bir vakti, sabahın bir körüymüşcesine uyku mu gelir hep? ya da o anların gelmesine mi uğraşırız, bir gece daha konuşmadan atlatabiliriz diye...

kendi deliliğine ihtimal veren bir adamın, buna sebebiyetleri ortadan kaldırabilme lüksü ne zaman olur... o zaman kaçımız kendi başımıza kurtarabiliriz  kendimizi sadece tek bir sohbetle... buna kendi evinde bir platonik hayat diyebiliriz belki...toparlanana dek..

{aşkın, karşı tarafın gıyabında,  tek başına, psikopatça yaşanmaya başlanması halidir tutku... -atrej-}

apple virüsleri, müridleri ve reklamatik sunum mottoları

MACINTOSHLAR DA VIRUS YOK MU ?

Elbette var.. Ancak windows saflarına baktığımızda daha hatırı sayılır oranda az sayıda...

Bir elin parmaklarını geçmez...

  • Peki neden yok....

Aslında olay donanımda değil yazılımda.... Ceo'sunun sizi yolda görse sallamayacağı bir şirketin logosunu vücuduna damgalayacak kadar denyo olup kör gözlü Apple müridlerinin dillerinden düşürmedikleri "bizde virus yok" sözü,  aslında "windows'a nazaran daha az virus bulaşıyor bilgisayarlarımıza" olarak değiştirilmesi gereken bir yanlıştır...

Sanki işletim sistemlerini kendileri yazmış gibi övünürler bir de... zaten nasıl oluyorsa o kadar cok övülüyor ki bu apple ve ürünleri, aletin kendi ağzı olsa bu kadar ukalalık yapamaz herhalde...

  • Peki neden virus yok diye bilinir  ya da az var!

neden olmayışı (öyle bilinmesi) ile ilgili denebilecek; "Popüler olan şeye rağbet vardır da, o yüzden!" olabilir...

Virus yazan coder lar birilerinin bilgilerini depolamak çalmak ve yaymak, ya da sadece zarar verip bilgi sızdırmasına gerek kalmadan bilgisayarlara zarar vermek amaçlı  virusler yazdıklarından, bunları da en hızlı biçimde en yaygın kullanılan işletim sistemleri üzerinde test edip alttan altan yaymakla meşguldürler...

Yani hiç bir coder dan "machintosh için bir virus yazayım milyarlarca insana dağılsın" demesini bekleyemezsiniz... En yaygın işletim sistemi tabi ki windows'tur ve zararlısı da bir o kadar fazla orandadır, bundan doğal da bir şey yoktur...

wikipedia'dan bir izlenim aktarmak gerekirse...

Makro virusler için platform önemsizdir. Windows, linux ya da Mac Os  X olması hiç bir şey değiştirmez... Makro virüsler işletim sisteminin değil ait olduğu uygulamanın dilinde yazıldığından platformdan bağımsızdırlar ve uygulamayı çalıştırabilen tüm işletim sistemleri arasında yayılabilirler...Microsoft Office programınca yaratılan Word belgeleri, Excel elektronik çizelgeleri, PowerPoint sunumları, Access veritabanları, Corel Draw, AmiPro uygulamalarınca yaratılmış dosyalar vs. etkilenen dosya tipleri arasındadır...

1990'ların ikinci yarısından itibaren makro virüsler sıklaştı. Bu türden virüslerin birçoğu Word ve Excel gibi birçok Microsoft programını etkileyebilen betik dillerinde hazırlanıyorlardı. Bu virusler Microsoft Office ile yaratılmış belge ve elektronik çizelgelere bulaşmaktaydı. Word ve Excel Mac OS üzerinde de çalışabildiklerinden bu virusler Macintosh bilgisayarlara da yayılmaktaydı. Bu türden virüslerin bir çoğu virus bulaşmış eposta gönderme yetisinde değildiler. Eposta yoluyla yayılım gösteren virüsler Microsoft Outlook Com arayüzününün avantajını kullanmaktaydılar.

bir blogda bakılacak şeyler ve motorizer arama kriterlerimiz


 internet aramalarında, bazen ulaşmaya çalıştığımız şeyler dışındaki bir çok konuya dalmış olabilirliğimiz oldukça yüksek... ancak bu blogun internet üzerindeki aramalarıyla ilgili mini istatistiklere de şöyle bir bakınca (ben de yeni farkettim bu komik listeyi) nedemek istediğim aslında kolayca anlaşılabilir...

yukarıdaki görsellere tıkladığımızda büyüyecek bir listemiz var... bu son dönemdeki -ağırlıklı google- aramalarından sonra "sercansolmaz.com/blog" sayfasına yönlendirmeler anlamına geliyor...

süper ayrıntılar var..

*Muhtemelen "Michael jackson- smooth criminal"  şarkısına ulaşmak için bir çoğumuz internet üzerinde "eni vici vokke" yazmaktan kendimizi alamamışız...

*erotik hikâyeler ile ilgili aramalardan da nasibimi alarak kendi adımdan fazla bir arama sonucu ile kendi içimde bir 2.liğe düşme hüsranı yaşıyor haldeyim :-)



bir adam biliyorum... 21 gram'ı eksik sadece


yükümüz ağır... yükümüz orada duruyor... kim sırtlayacak, kim nereye kadar taşıyabilecek belirsiz... susmaksızın sabahın 5'lerine kadar konuşabilinsin, sesime senkronik cevaplardan ötesi duyulabilinsin isterdim... bununla tatmin olunabildi mi? sanmıyorum... eksik cevaplar, tanımlar, kendimizi tanıyamamalar...

binbir gayretle de olsa, ilk empatimizi sığdırıverelim buradaki boşluğa bu konuda...

volüm o kadar açık değil... kapalı olan ne peki?

böyle samimiyetler kalmadı artıkherkesin bir üst komşu çekmişliği var mıdır? hep alttakiler mağdur da (biz oluyoruz o güruh), üsttekiler şeytan mıdır? hep o çocuklar

"bööeeggghhhhtgghhrööyyyy" diye bas bas bağırıp, koca takunyalarıyla depar atmak zorunda mıdır antrede bi' o yana bi' bu yana... kırılan dökülen vazolar hep bir bir üst komşunun kavgasının içinde mi yer almalıdır...  zaten kavgasız gün geçer mi üst komşularda.... hep bağırış çağırış gecelerden sonra o iki küfürbaz insan, yatak odanızın üstünde nidalarıyla gecenizi bok etmek mi zorundadır... sabaha kadar yorulmazlar mı hiç... ne deli insanlar mı dersiniz bunlara...

ya da kendileri gümbür gümbür kurtlar vadisi izlerken sizin dinlediğiniz klasik müzik konseri, kişileri bol ızdıraplı, bir apartmanı da ayağa kaldıracak  hale mi getirir gerginlikten...

volüm o kadar açık değil... kapalı olan ne peki?

<<<-böyle samimiyetler kalmadı tabi artık-

yılbaşında uyuyamıyoruz diyen yaşlılara da "son yılbaşınız olur inşallah" deyip öfkenizi atabildiniz mi hiç...

3 yıldır kızı öss'yi kazanamayan kokana teyzenin, her gece sabahlara kadar msn başından "didütt fıyt füyt"  titreşimlerinden, sabahın 9'unda detoneler detonesi bir halde, mangadan "ık, bık" söylüyor olmasından, gına gelen bize, çektirdiklerini bil(e)miyor olmasından mütevellit,  kızının gerizekalığından kazanamadığını kabul etmeyerek, benim çaldığım gitarıma dinlediğim müziğime laf etmesinin manâsı nedir...  evde stüdyo mu var diyerek ohannes burgerlere, lebron james'lere, dumurlara sevk edilmemiz nasıl açıklanabilir???

apartmanda mimlenmek ve salonda oturup kitap okurken bile kapınızın çalınıp bu gürültü sizden mi geliyor diye ağızlardan salyalar çıkarılması ve onları bir güzel bozma hamlemize çalışmamız öfkeli kimliğimizin her an patlank verebilmesi anlamına mı geliyor... hazır cevap değilsek ve istediğimiz cevabı o an yapıştıramadığımızdan başımıza ağrıların girmesinin stresini kim kaldıracak peki...  bunlar, hepsi,  birbirinden sukunetli ev günleri yaşantımızın bir parçası mı? halen bir apartman sakiniyetinin içinde miyiz...??

yeni taşındığınız gün toplamı 5-10 kiloyu geçmeyecek kolilerinizi taşımanıza engel olmak için asansörün elektriğini kesen hıyar yöneticiye ne demeli...

emeklilik beklercesine apartman kavgasız gürültüsüz olsun diye 60 yaş ve üzeri olmasını mı beklemeliyim şimdi üst komşumun ... oh çocuk yok, bağırış çağırış yok, mis herşey... olsa olsa tuvaletten akıp tavanı pır pır döken sızıntı sular olur. bu da artık pek bir alışıldık(!) değil mi?!?

bir de  alt kattaki komşunun sen hiç mi bakmazsın çamaşırı var mı balkonda oturuyorlar mı penceresi açık mı kapalı mı demeden "bödöf " diye halı silkmeleri durumları...bu da ner'den çıktı...  oldu mu şimdi ?!?!?!?! bir nezaket bir hoşgörü ner'desiniz siz?

isyanım var arkadaşım...

Lily Allen'dan tüm üst komşulara gelsin....

hey üst komşular

fuck you!!

fuck you very very muchhhh!!!
Fuck You by Lily Allen by themusicumbrellaUSA

şapkalı a yaratım gücü

hikâye sözcüğü şapkasız tadımı kaçırıyor diyenlerdenseniz buyrun :)

alt+131 tuş kombinasyonunu kullanarak internette "şapkalı a" aramalarınıza son verebilirsiniz...

uğraşmayı sevenler için geliyor:
türkçe q klavyelerde shift e basılı tutup ardından 3'e, ardından da inceltmek istediğimiz (tercihen â) harfe basarak elde edebiliriz, büyük harf için (Â) shift+3 e bastıktan sonra shiftten elimizi çekmeden inceltmek istediğimiz harfe basmalıyız.

mac klavyelerde ise:

(alt+h)+a tuşlanarak mutlu sona ulaşabiliriz...

Markafoni ve Limango Davetiyeleri

davetiye usülü dahil olunabilen "private shopping" Limango ve Markafoni sitelerine buradan tıklamalar yaparak üye olabilir, beni (aynı zamanda da kendinizi) özel mesajla "hajı bana davetiye gönder. n'olur n'olur ama lütfeeeennnn kenks!"  derdinden uzaklaştırır, ne de güzel arkadaşım, dostum, sevdiceğim olursunuz...

iki site hakkında şirketlerin kendi açıklamalarını okuyup isterseniz üye olup internet alışveriş dünyasına bol indirimli bir girizgah yapabilirsiniz...

MARKAFONI davetiyesi al

LİMANGO davetiyesi al

mail adresi kısmına sercansolmaz@gmail.com yazabilirsiniz.

adobe photoshop Cs4 yerli antrenörü

Kibariye'yi Liv Tyler'a çevirebileceğimiz, dünyanın en ünlü foto editorü sihirli değnek Photoshop'un, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi sitesinde sunulan dökümanların  arasında rast geldiğim, işimize yarayacak bir  "MERAK" kategorisi pdf'si...
  • araç kutusu kısayol türkçeleştirmelerinden, mini düzenlemeler için yardımlara kadar türkçe anlatımlar var...



elimizin altında bulunsun...



indirilesi pdf dosyası: (yaklaşık 2936012800 byte)

koku

cüzdanından çıkardığı  buruşmuş paraları alelacele tezgahın üzerine  bıraktı...  yüzünden belliydi gününün ne kadar zevkli(!) geçtiği. akşamın 8'inde ek iş için şehrin bir ucundan diğerine gitmesi 40 dakikayı buluyordu neredeyse... yapamayacağı şeylere burnunu soktukça, bu hale gelmişti... bir telaş, bir panik hali ... çocuk bakmak, kardeş sahibi olmak gibi bir şey değildi neticede...

ev sahibesi de birazdan gelirdi... küçük marla'ya süt vermiş miydi? üzerine jil Sander Sun'ın sindiği ipek, kırmızı gömleğini ütülemiş miydi? hanımı bunu biliyor muydu? ne kadar güzel koktuğunu ve bunun; marla'ya herkesten daha ucuza bakma sebebinin olduğunu.

soundcloud ses bulutunda güzel paylaşımlar



(ses bulutu) soundcloud.com‘un yaptığımız bir müzik çalışmasını ekleyip, güzel, eğlenceli, ses frekanslarını da az çok görebileceğimiz ücretsiz (*) bir yükle/paylaş hizmeti var…

Tek koşul, yükleyeceğimiz müzik dosyasının ses formatının AIFF, WAVE, FLAC, OGG, MP3, AAC  ’den biri olması. Yükleme yapıp indirilebilirliğini de ayarlayınca paylaşımın dibine vurabiliyoruz bu sayede… Kullanışlı da oldukça…

Şarkının istediğimiz saniyelerine tıklayıp, yorum ve açıklama da yapabiliyoruz…
Bunu da şu şekilde kullanabiliriz… Şarkının “3.15″  inde gitaristin solosuyla ilgili bir açıklama ekleyebilir,  konuk olduğunuz bir radyo programının ses dosyası üzerinde,  ”1.25 “de telefon bağlantısı aldığınıza dair minik açıklamalar ekleyebilirsiniz… Sevdim ben…

Hatta kendi web sitenize direkt olarak kodlarını yerleştirip (çalan müzik dosyasının üzerindeki  ’share’  butonundan) başka sayfalara gitmeden ‘çalar bir halde’ (embed) direkt paylaşabilirsiniz… Wordpress için gerekli olan bağlatı da burada

örnek olarak; aşağıda  biri bir web sitesi için, diğeri bir kısa film için hazırladığım, ufak iki çalışma var… buyrunuz…

"Ethno Trip Rings"


"Run Vos Run"


(*): barındırdığı kimi özelliklere göre premium üyelik seçenekleri de mevcut …

gece uyku sersemi yapılacak manâsız işler

geceleri sabahlara bağlama nöbetlerini birine devretmek lazım.... sabahleyin, 5 dakika daha diye diye işe geç kalacaklar güruhunun içine girme tatsızlığını da bir yana koyarsak, göz acıması sırt yamulması bizi ne de çok üzmüyor mu zaten...

bir arkadaşımın dediği gibi... belki de cidden evrimimizi tamamlayamadık insan olarak... yoksa bu bel sırt ağrılarını bunca zamandır çekmiş ve de çekmeye devam ediyor  olalım...

gece 12'ye kadar fena geçmiyor zaman ama 12'den sonra hızına şaşıyorum... sonra bir bakmışşın saat 5... Hay allah!!!

ben de boş durmadım şöyle bir şey yapayım dedim...



herşeye bir yerden erişme takıntım yüzünden, bir ara nerdeyse gmail hotmail site linklerini bile koyuyordum... bir haftaya diğer bağlantıların gittiği ilgili sayfaları da düzenleyince fena olmayacak gibi...
böyle işte...

bu mu.. site açılış sayfası :)

sayfa içerisine html kod ile başka bir web sayfası yerleştirme

bir websiteniz var ve birsayfasında başka bir web sayfası üzerinde yer alan bilgileri link vermeden göndermek istiyorsunuz diyelim…

bunun manası yönlendirme yaptığınız sayfagerçekten istediğiniz web sayfasının içindeymiş gibi davranacaktır…

web adresinin yazdığı yer: sayfa içerisinde açılmasını istediğimiz url adresini yazmalıyız…
width: açılacak sayfanın genişliği
height: açılacak sayfanın yüksekliği
<IFRAME src="http://www.sercansolmaz.com" width=468 height=400 marginwidth=0 marginheight=0 hspace=0 vspace=0 scrolling=no frameborder=0></IFRAME>

yukarıdaki kodları "index.html" ya da "default.html" sayfanıza ekleyin  ve gerekli  düzenlemeleri yapın…
sayfa hem aktif olarak kullanılabiliyor hem de kendi websayfanız içerisinde görünüyor…

Live Android yüklerken hatalara merhaba!

Google’ın kendi proje sayfası’ndan   http://code.google.com/p/live-android/  adresinden indirdiğim “LiveAndroid” i yüklerken, karşılaştığım hatalarla ve bir türlü başlamayan bir “live cd” performansı (!) ndan sonra pc'de bir sorun olduğunu ya da live installer’ı yüklediğimiz cd’de bad sector’ ler olduğunu düşünmekteyim…

eğer öyleyse… hatalı bir yükleme öyle oluyor deneyimini yaşamış olduk… kısmet düzgün, süper hızlı, vızır vızır bir android’e….

buyrun videomuz…

taşınabilir diskten silinen dosyaları geri almak (MacOsX & W7)

usb stick içinde olan dosyalarımızı Mac Os X sisteminde ( bir de yeni olarak Windows 7'de) sildiğimizde olan biten böyle...


silinendosyalar tıpkı normal diskimizin içerisinden silmişiz gibi önce "çöp kutusu"na taşınıyor... ondan sonra istersek gerialabilme şansımız oluyor...

CubaseDersleri.Com Hazırlanıyor!



www.cubasedersleri.com  ile Online Cubase Videolarını izleyerek önünüzde program varmış gibi deneyerek evinizde kayıt yapmayı öğrenebileceksiniz…

www.cubasedersleri.com adresine girerek “mail list”imize katılıp gelişmelerden haberdar olabilirsiniz…

Twitter’dan takip etmek isteyenler için;   www.twitter.com/cubasedersleri
görüş ve önerileriniz için    info@cubasedersleri.com
CubaseDersleri.com

empati

denemeli miyim bu halleri bilmiyorum... çılgınlar gibi ortalıkta haykıra bağıra koşturmalıyım belki... o zaman rahatlayabileceğim biliyorum... birilerine söyleyebilirsem eğer, anlayışla karşılayabilirlerdi beni. aslında gizlide kalmış, boş boğazlılıkla, yüreklilik arasında ne yapacağını şaşırmışların dile getirdiğini ben nasıl diyeyim...


-nedenini söyleyebilir misin bana... elimde tutabileceğim tek bi' şeyim var mı... ben göremiyorum...
-çok üzgünüm inan... yıllardır anlamaya çalışıyorum, başaramadım sanırım...



sen de anlamıyorsun değil mi beni? deli sanıyorsun....


anlamamıştı kadın...

arama motorlarını motor mu sandın


bir insanın kısa hikayeden beklentisi nedir… ya da bir web gezginin diyelim. kısa hikaye dediğimiz zaman aklına ne gelmelidir…
üye olanların paylaşmak istediği kendi yazdıkları denemeleri, hikayeleri ve benzeri yazıların yayınlandığı kisahikayeler.com sitesinin ziyaretçi istatistiklerini veren bir modülü var…  bu modül bize kim hangi şehirden, hangi kelimeleri arama motorlarına yazarak, siteye ulaşmış gibi aydınlatıcı bilgiler vermekte… böylece hangi ilgi çeken aramalardan sonra siteye ulaşılıyor öğrenebiliyoruz…
ama bir yandan da başka bir gerçeği daha vermekte…
erotik hikayeler, baldız hikayeleri, sıcak hikayeler…  bunlar da arama kelimeleri içinde geçen, istatsitiklerin arasında…
eee. hikaye bu ucu açık tabi…
sınırsız internet ucuzladı… ..  sabahtan geceye izlenecek, okunacak hikayeler çoğaldı…
kabahat bulmamak lazım…

işverenin beklentisi cyborg işçiler mi?


Eylemleri, grevleri, zorlukları, hepsini sindiriyoruz. Bağışıklığımız yüksek, tüm dayanılmaz hak çalımlarına. Alışmışız, “koyver g…..ne gitsin” dedikçe de, ne hale geldiğimizi başkalarından dinliyoruz… Kendi halimizin farkına yıllar sonra vardığımızda da, “cidden geç olmuş, bir şeyleri oturup tartışmak için” diyeceğiz büyük olasılıkla…

— “bu kez farklı olacak ama! vuru’cam masasına yumruğumu , diy’cem bir bir laflarımı” deyip, gecesinde de;
—“yaa, bu sefer  konuşmanın seyri başka bir tarafa kaydı, lafı açılmadı mevzuların. ee biz de arkadaşlarla hiç girmedik o muhabbete“  klişesiyle geri adım attığımızı cümle aleme göstermiş olu’caz…
Aleyhimizde herhangi bir şeye “hayır” diyemeyip,  hemen susturulacağımızı bildiğimizden ya da ertesi gün iş yerinde, atar yaptık diye bir gece evvel, ayıplanma olasılığımızdaki tedirginlikten, “iyisi mi hiç ben açmayayım lafını” diyeceğiz…
Yine cebelleştiğimiz üç kuruşa beş köfte alma çabamız olacak… Yine yetmeyecek, yine bi şeyler eksik kalacak… Aldığımız, hakkettiğimiz, istediğimizse uzak mutlu hayaller olacak… Birilerine hizmet ederken, şişsin diye cepleri, hayatımızı orada, o dört duvar arasında bir hiç uğruna harcadığımızı geç farketmiş olacağız. İçimizden binlerce küfür sayıp, karşısına dikilince sus pus olacağız, hayatı bize bağlı koca yağlı big boss!’ların ….
Ama böyle alışmışız… Böylesine de müptelası olmuşuz  ”yapacaktımlı, edecektimlii, tamam biraz daha bekleyelimli” diyalogların… Başkalarına kızıp, kendimizden hırsını alırcasına kazık kakacağız fermuarı çekip ağzımıza,  işe güce devam etmeye…

bunalım


Gün yüzü gormediğini farkettim geçen gün bahçede otururken... sıcak bir çayın, bir gece onceki pişmanlığın, patronla o malum takışmanın ve paraya sıkışmanın hepsinin beş dakika süresince kafanda fink atmasını gördüm yüzünde...

Uzun saatler de anlatsan anlayamazdım seni biliyorum... Anlamaya çalışır, anlayamazdım. Senin kadar etkilenmiş gibi de gösteremezdim sana yüzümü... Anlıyorum deyip arkamı donup eğlenceğimi de biliyorsun...Hepimiz böyleyiz...

Sana inat değil... Hayat böyle... Her duran kalp için 10 saniye üzülsek nefes alacak bir anımız bile olmaz... Ben de bunu istemem doğrusu... Yine de bir şeyler yapıp elimden geldiğince , yaşantıma devam edeceğim...


3G (Tri Ci) yayına başlıyor


Cep telefonundan hızlı ve zengin içerikli veri akışına imkan sağlayacak Üçüncü Nesil Mobil İletişim Sistemleri (3G), Türkiye'de 30 Temmuz 2009'da hizmete geçecek.

"ya benimsin ya topragın" mottosuyla yaşamaya and içmiş genç zihinlerimizin,  3G (tri ci) aktifleştikten sonra kıskanclığına kıskançlık eklenmesi de herhangi bir özel ayar gerektirmeden, yine aynı tarihte olacak.

Tüm bunların ceremesini çekecek olan mağdur 3G lady'lerimizin ne gibi onlemler alması icab etmiş durumda? Bunu düşünenimiz var mıdır?

bir örnek:

30 temmuz'un akşamı elverişli telefonlardan görüşen iki sevgilimizin GSM'sel durumları :

"erkeğimiz günde 10 defa arar, 5 defa kamera açtırır, 20 defa mesajına cevap bekler bir yapıdadır.  Evveliyatında zati her gece msn, skype, facebook vb. bilimum platformlardan kontrollü bir ilişki yaşayıp yuvarlanıp gitmektedirler...

-  nerdesin!
- arzularlayım hayatım
- o sesler ne, kim var yanında??!?

- arkadaşlar hayatım işte, arzu, meral, deniz
- deniz kim?
- aşkım kız kız! meralın yurttan oda arkadaşı.

- aç trı ci'yi görücüem!!
- ama aşkım yaa off, bu kaçıncı ama ya!

- aç dedim görücem arkadaşlarını nerdesin!

-bla bla bla
-bla bla bla bla bla!!!!

-  %(&=%&?%)%&
-  !'^+%%/%&)?%&)%+=&(
-  %=(%=%?&Ğ+%%?

ve böyle gider...
ve bir başkası
ve bir başkası...

"Yabancı geldi mi?"

dip not: 3G ile şu anki internet bağlantı hızının 10 katı hızda erişim mümkün olacak. Bilgisayardan bir film EDGE hızında 7,5 saatte indirilebilirken, 3G'de bu işlem, 7.2 megabyte hızla 6,5 dakikada mümkün olabilecek.

monitöre konan sineği fare imleciyle kovalayan adam



üşengeçliğinden kıçını kaldıramayan
adamımızın, bilgisayar koltuğunun ucuna oturup, zaten birazdan geçerim içeri düşüncesiyle, kendini kandıra kandıra , "iki dakika", "on dakika", "yarım saat" , "bir saat" diye diye sabahın 5'ine kadar uyanık kalmasıyla birlikte, bol sırt ağrısı, kupkuru bir ağız ve hareketsizlikten tutulmuş eklemlerle, sabahın ilk ışıklarında sızılması şeklinde son bulan call of duty veya facebook (son zamanlarda özellikle) gecelerini kaçımız paylaşmıyoruz ki...

daha pantolunu gömleğini çıkarmadan direkt odasına gidip bilgisayarı açarken, "acaba modemi açmış mıydım, içeri kim gidecek şimdi" üşengeçliği hangimize yabancı duruyor ki?

"şimdi bitti", "hemen çıkıyorum" , "tamam geldim" le devam eden bitmek bilmez ertelemelerin, kapı önü sohbetleri, msnden çıkma çabaları gibi bir hal almasını, bu tiryakilikten nasıl kurtulunması gerektiğini, ilk zamanlar nasıl kullanıldığını öğrendiğimiz gibi bilmemiz gerekiyor... zira işimize yarayanı alıp, posasını atmamız gerekiyor bir yerden sonra... bu dengeyi hayatımıza hangi oranda soktuğumuzu ayarlayan yine biz zat-ı alilerimiz dengelemek zorunda.

demesi kolay, kurtulunması zor alışkanlıklardan oldu bu bela ve sonu nereye varacak kim bilir... herşeyi seri, kolay, çok amaçlı ve birbirine bağlı olarak elimizin altına süren bu sistemler oldukça bitirmesi o kadar da kolay olmayacak gibi.

"facebook'tan profil'imi sildim sonunda, yaşasın!" demek bile bir çoğunun aslında "bakalım ne kadar dayanabileceğim onu deniyorum" cümlesinin ilk girizgahı olarak, dile getirmek için yürek isteyecek hallerini anlatır durumda...

sabahın 7'sinde "facebook.com/kullanıcıadı " tadında bir isim almak için internet kafelerde sıra olan insanları sayarsak bir hayli fantazik şeyler düşünüyoruz sanırım.

Bir tek kız arkadaşım facebook'tan nefret ediyor. "Ne anlıyorsunuz hergun birilerine bakmaktan, onlarca video izlemekten, birbirinizi pokelemek'ten" vs. diyor... "otur müzik çalış, kitap oku, derslere bak" diyor... Biraz da mahcup ve hak verir olarak şaşkınlıklar içinde bakıyorum O'na...
Ve diyorum:
-Alkışlar Bubu'ya gelsin... :)

kim nerede ne yapıyor 140 kelimeyle anlık nasıl haber alabilirim?
log in twitter!

kim kimle sevgili ve ben o kişiyle tanıştığım zamandan kimlerle arkadaşım?
log in facebook!
sevdiğim sanatçının dinledikleri neler, belki aynı şeyleri seviyoruzdur?
log in last fm!
aradığım bir şeyin doğru bilgisini nerden bulurum?
log in wikipedia!
aynı şey ile ilgili dallanıp budaklanan yorumları nereden görürüm?

log in ekşi sözlük!
facebook bozuldu ner'de o eski güzel arkadaşlıklar, bol müzik sohbetleri?
log in myspace!
ama ben hepsinden de haberdar olsam olmaz mı?
log in friendfeed!



youtube' un da kapanmasıyla birlikte "facetube"a donen bu işkence sitesi kendine esir etmek için çok da bir şey yapmıyor... kim ne paylaşmış, kim ne yüklemiş, hangi gruba dahil olmuşuz da sonra o yuzbinler aslında reklam için adı başkalaşan bu gruba ne küfürler yollamış. bunları çok merak ediyoruz...


bunlar hep küçüklüğümüzde babamızın çantasında ne var merakına kadar geriye gidebilir aslında... ne kadar da meraklıymışız birilerinin birşeylerini kurcalamaya, öğrenmeye!

ağzına kadar dolu dolabımızdan
iki yumurta almak için bile kalkmaya üşenen bir hal aldı bu sapkın hallerimiz... açlıktan kırılsak da

bunu okuyan her kim varsa!

*artık bir silkinsin.. kendine çeki düzen versin..
*sanal dünyasının kapısını kitleyip, kafasına kuşun pislediği, aplikasyonsuz, yağmurla, soğukla ıslandığı gerçeğe dönsün.
*çağırsın arkadaşlarını, taksın walkmanlerini fotoğraf çekmeye gitsin bir yerlere.
*pokeleyeceği adamı gitsin omzundan el atıp "kardeşim nasılsın" desin.
*yolda görse selam vermeyeceği adamı gidip de sanal profilinden eklemesin.
*robbie williams arkadaşım diye böbürlenmesin, zira yolda görse sallamaz çünkü.
*gerçekte dayak yeme riski varsa klavye delikanlılığı yapmasın
*karşısındaki adamın yaşına göre yazsın, nickine göre değil.
*bilsin ki her klavye kendisinden pek daha zeki, çok daha olgun bilgin ve yaşlı olabilir
*kendi bildiğini dünyanın genel geçer doğrusu sanmasın!
*dunyadan haberdar olsun, gazete okusun...

engelli web

Bu özet kullanılabilir değil. Yayını görüntülemek için lütfen burayı tıklayın.

uykunun ağzına sıçmak

dış kapının anahtarını evde unutan salağın, hele ki en alt zil sizinse kapınızı gecenin 4'ünde çalması olayı.
kapı çalar ve olaylar şöyle gelişir
-(gayet uykulu ve sinirli bir sesle)
-kim o!
(utangaç mizaca sahip mağdurumuz)
-ya şey ben edward 5 numaradan anahtarımı unutmuşum da!
-aa öyle mi ne demek, açayım kapıyı! buyrun bi de kahve yapayım size yorgunsunuzdur!
-yok şey otomata bassanız yeterli benim için, başka bi zaman inşallah

(zzzzzztttrrrr)
-sağolun
-homurrrr homurrr

videoların sonunun pat diye bitme sorunsalı


bok mu var şimdi her böyle mühim görüp hemen açıp heyecanla yuklemesini beklediğimiz videoların sonun pat diye bitmesinin... 30 saniyede 40 saniyede zaten olayı idrak ettim edice'm derken sonlanmasının?


"idare edemem anne diyen çocuk"
"mikrofon yutan adam"
"yol bariyerine seksek oynarken düşen adam"
"trt 1de sayısal gecede noter beyin masadan düşmesi"



gibi videolarda nedense tam bir açıklık kazanmadan filmlerimiz son buluyor... ya bunları yükleyen adamlar heyecanlanıp hemen kaydetmeyi durduruyorlar ya da başka bilemediğimiz bir şey var...
100 tane bu tarz video açın 80 tanesi daha olay gun ışığına kavuşmadan bitiyor...
hayır yani kotamız uygun yukleriz, izleriz, yorumumuzu esirgemeyiz hiç sorun değil...


aklıma geldi değinmek istedim :)

hikayeler yığını



yine aynı şeyler dönmeye başlıyor… yolun aynı yakasından farklı demlerde birileri biniyor kağıttan gemilerine. güzelliğini çıkartıp, huzurunda kurulurken ve tam da alışacakken birçok şeye iniveriyorlar ... anlam veremiyorsun. kararlarından dönseler bile çoktan yola koyulmuş olduğundan zaman geç oluyor... dönemiyorsun... tam da "sessiz, sedasız kaldım" derken, melodiler yığını onca şey tınısını duyurmaya başlıyor bir bir…

görmediğin bir yerlerde bir şeyler çalınmaya başlıyor... aynı bildik, yabancı olmadığımız şekilde... her biri daha bir güzel geliyor bir zamandan sonra... kendinden bir şeyler bulmuşluğundan, eskiden seni bunaltan bir olgu, şimdilerde daha bir nefes almanı sağlıyor... hayat bir tek ve en çok sana zarar veriyor…

belki bir tek senin ve hayatını paylaştığın birkaçının diline dolanıyor bu küçük hikayeler yığını… herkesin acısı bir diğerinden fazla oluyorsa seninkisi en kutsalı,en acısı,en katlanılmazı oluyor…


HEY!!!

bırak artık bu acıtasyonları...
hayata don artık...

you are not alone



Geçmişinde diskjokeylik*1 yapan abimin, vakti zamanında bir dünya kaset ile, plak ile haşır neşirliğinden dolayı, devamlı suretle evde bir yabancı müzik dinlenmesi olayı vardı. Plaklar döner, kasetler başa sarılırdı . Tabi o zamanlar cd'ler tek tük, herşey en sevdiğimiz analog tadında, en lezzetli halindeydi . Ama ben en çok Michael Jackson'u bilirdim... Hatta diğerlerinden tanımadıklarım olduğu zamanlar "abi maykıl koysana!!!" diye bağırınırdım.. Onu da bizden zannederdim. Sorsam şimdi hatırlamaz gerçi bu anekdotu :) "HIStory" albumunun kapağını ilk gördüğümde "aa cidden o heykeli yapmışlar mıdır?" diye sormuştum kendi kendime hatta :)

Sonraları bir insan gibi gelmemeye başladı bu adam bana, ortaokul yıllarından sonra... Zilyon tane arkadaşımdan kimse hiç bir konserine gitmemiş, yüzünü görmemişti. Konser ve albumler için programlanmış özel üretim biriymiş liğinden olsa gerek paronayalarımla içimizden ama "yok" biri gibi duruyordu... Gerçi ne La Toya'yı , ne Janet'i gören de yoktu ya ... Öyle biri varmış da dünyanın bir ucunda bir şeyler yaparmış tadındaydım ben hep... DisneyLand'dan bir karaktermiş gibi ya da... Birileri bir mekanizma ile yaratmış , sonra da t-800*2 gibi artık miyadın doldu hadi bakalım "astalavista bebeğim" diyeceklermiş gibi. Gerçek sanmıyordum hiç bir zaman. Sonraları Slash'ı gördük öğrendik de kafada şekillendi kimi şeyler... (çocukluk işte :)
Zaten görebileceğim umudunun %1 bile olmadığı bir yaşantıda gitti...


Şimdi moonwalking'in en güzelini sen yapmışken, yerlere kadar eğilip dizini kırmadan şarkı söylemenin en keyiflisini senin konserinde izlemişken ne yapalım biz şimdi? Kimi izleyelim Michael Bro!

şimdi kimde sahne sırası...
show must go on...


You Are Not Alone, MJ'ın 1995 çıkışlı yarı toplama albümü HIStory'den çıkan 2. şarkıdır. Şarkı, Epic Records tarafından yayınlanmıştır. Şarkının yapımcılığını R. Kelly üstlenmiştir. Şarkı ABD listelerinde 1 numaraya kadar çıktığı gibi, tarihte, bu listede girdiği ilk haftada 1 numaraya çıkan ilk şarkıdır.


*1: dj: gecenin ve önündeki kalabalığın nabzından sorumlu adamlar. çaldığı mekandaki herşeyin gelişimini etkileyen pikaplar ve bilimum cihazlardan müzik yapan kişiler... dışardan çok kolay gözüken, içerden de bi o kadar zor zahmetli ve pahalı meslek..
*2:
t800: terminator serisinin arnold schwarzenegger tarafindan canlandirilan emektar robotu.. yari biyolojik yari mekaniktir...

deli saçması

deli olduğumu mu düşünüyorsunuz hala? saçma sapan alışkanlıklarımdan kurtulamadığım zamanlarımda hep birilerine sığınma dürtümün sapkın hayallerimden mütevellit olmadığını idrak etmeniz için daha ne kadar ruhsal taviz vermeliyim size....

kimi kimseyle kıyasladığım yok. sanki bütün paranoyalar benden çıkmış gibi... hep siz geldiniz benim üstüme... siz bocalattınız düz yolda bile yürümemi zorlaştırarak... neresinde olduğumu bilmiyorum... birileri ötede bağrışıyor, öfkeli kalabalık daha mesaisinden çıkmamamış, henüz yeni yeni geriliyor ortalık...

... ben neresindeyim bilmiyorum ki... çekip almak lazım, tutup atmak lazım birilerini...

dengemi yitirmiş olduğumu söylemiştim... kimse tutmazsa ben nasıl kalkayım şimdi... tüm destekler para değil ki öğrenemediniz mi bunu...?

adam olma zorunluluğu

Hep birileri gibi olmak zorundaydık... Eğer o birileri gibi olursak, işte o zaman severlerdi bizi, o benzemeye çalıştığımız birileri gibi... Kendimiz gibi olmaya çalıştıkça, sevgi uzaklaşacakmış gibi gelirdi bize... Çünkü biz en çekilmeziydik ve kendimiz gibi olursak, yalnızlık ömür boyu olacaktı onların nazarında... Kurtulmak gerekirdi bütün bunlardan ama yapamıyorduk...


Nicelerine hayatın en çetin derslerini verirken, unutuyorduk kendimize de bir şeyler almayı ve zedeleniyordu git gide kalplerimiz... Onarılamıyordu bu derin yara... Kimse bilmiyordu nasıl dokunulacağını en hassas yerimize... Yine bize düşüyordu en diplere dalıp kendimizi çekerken, hayatın dersini kendimize de vermeyi bir yandan...


Adam gibi olursak o zaman takdir ederlerdi bizi. O zaman terkedip gidenler geri gelirdi... Kim nerede bırakmışsa bizi, aynı o yerden devam ederdi elimizden tutup... Adam gibi olursak eğer... Neydi ki adamın tanımı, adamlığın tanımı? Her birine göre farklı bir adam mı olmak zorundaydık...


Adam olan bizdik ve bizim gözümüzde onlar mı değişmeliydi yoksa? Öyle olmaya çalışırken ve belki de olmamız gereken bir 'biz' olurken giderek, şimdiki bizi nerelere atardık, ihtiyacımız olduğunda tek sığınağımız olan benliğimizi....



Hiç merak ediyor muyduk bunları? Her birine göre değişmeye çalıştıkça ne kadar 'biz' kalabilirdik böyle? Yoksa gerçekten değişmek mi zorundaydık? Zaman geçtikçe gerisinde mi kalıyorduk değişimin?

Bunu bilmek zorundaydık...

düğüm

zor bir kararı almanın eşiğinde , yapılacak şeyleri danışacak kimseleri yanıbaşınında bulamamanın telaşıyla, yüze göze bulaştırılan ani fikirler kalabalığında bulursun kendini...

bencillikten yana epey bir yol katetmiş bir başkası senin beynini okuyamayacağı için, sorarsın ve yine kendi bildiğini okursun... manası var mı o zaman zihin yorup da aynı şeyleri tekerrür etmenin... biri seni bir yerlere bağladıysa ve düğümün ucunu da senin eline verdiyse , bahanen bağlı olmak mı, cesaretsizliğinden söküp atamamak mı kördüğümünü?

kimse seni tutup getirmedi bu bahçeye... "bak yeşilikler seni sever, sen de zamanla onlara alışırsın" demedi... gitmek neden bu kadar zor öyleyse?... gözü karalığı insan bir kere mi kullanabiliyor hayatında? başka bir joker hakkı yokmu?

dahasını cebinden çıkarıp devam etse... kendine hoşluk katsa... mutlu olsa, aynaya baktığında her seferinde daha bir güzel vursa yüzünü yüzüne...belki kırılır, kırılması gerekenler...

şimdi... "ben sana demiştim"ler içinde zihnimi arı tutmam lazım... eğer sırtımı donup gece yatağımı kendim ısıtıyorsam, kendi ipime kendim tutunmam lazım kuyumdan çıkarken...

bitti...

peki


sessiz kaldığımız anları anlamlandırır "peki",
üç nokta gibi bir şey...
onun kadar geniş, bir o kadar büyük manâlı...


ten


Islaktı sokaklar,
karanlıktı kış
seni benden başkası bilmiyordu benim bildiğim kadar...
donuklaşan ellerin ne anlatıyordu bana?

'sana sırılsıklam aşığım'
ya da
'bırak beni soğuk yatağımda'


ses, söz, yazı

pazarları akşam uyan, sabaha kadar webde dur... msnden uzaklaş, yüzünü dök kitaba, sıkıl arada bir çık yeniden gir... manasız ölü vakitler biriktir.

çok güven birisine, bıraksın bir yerlerde sen hala uğraş didin durma, alıştığın şey bu senin... anılar biriktir... dondurma çubuğunu atma, elbisesinden sökülen yünü, fii tarihli otobüs biletini, biten parfümün şişesini sorarsa diye biri hatrını sakla, chatloglar gibi ctrl+f yap anılar üzerinde... faydasını görme mıhla kendini eskiye...

bara git hafta sonu, laf et dur. sen bir şey yapma öyle dur sayıkla yerinde... kes birisini, geç yanından laf etme... uzaktan bak gülümse , müziğine ver kendini, arkadaşını postala az evvelki gülümseyen kareye...

al makineni çekiştir sağı solu, kupanı al, makrolaş şarap kadehlerine, kadını çek , ağlat dondur kareni... photoshop öğren, logic öğren, aklın karışsın. sonra yine bara git...

aksın zaman


zamanın insanı bir yere bağlayıcılığından uzak olup , arzularından ödün vermesi yakın bile durmamalı bize.

iyiliklerde olup tebessüm dolu, içimiz dışımız bir zamanlarda olmak ümidiyle aksın zaman...
iyiliklerde, kendinden ödün vermeden ve severek yaşa kendini...

sen hiç bilmedin

dün yalnızlığımı ararken,
senden arta kalmış bir şeyler arasında,
bir acı buldum… orada yatıyordu öylece….


ben sensizliği kovalarken arka bahçemden bile,
ön kapıdan sesiz ağlar adımlarına duymaz kesildi kulaklarım…
ve….
bir kedi süzüldü gecenin soğuk, karanlık acısında çığlık çığlığa sokağa…

ben duymadım…
çöktüm olduğum yere…
ağladım…
sen dönmedin….

ben………
öldüm…

başkaları haber verdiler öldüğümü….
ve hiç bir zaman bilemedim, bunun ne denli bir şey olduğunu…
yaşarken ölüp, gittiğimde dönemeyeciğimin acılarında kaldığım vakit,
artık sen benden çıkıp, kendine eş düşen boylamında ilerlerken öylece,

ben öldüm….
sen bunu hiç bilmedin..

"di"li geçmiş zaman üzüntüleri

olduğumdan farklı kılmalıydım kendimi… biraz aynadaki o duru akışı değiştirip biraz da hayatın farkına varıp gelmeliydim o eski durduğum yere… senin belki öyle hoşuna gidecekti… Ama “di” işte…

içten dokunuşların hayatımdaki yerilerinin en önemlisini yitirdim çoktan… hangi duvara desem, tek bir cümle çıkmadı hiç birinden… hoş, kendim bile anlayamadım ya gidişini, onlar anlamış çok mu… çok sevmek öldürürmüş , bunu bilseydim keşke önceden… “soluksuz bırakırmış çok sevmek güzel bir kalbi”…

hayatımın şehrinde henüz acısını duymadığın onca yaşam var ki.. onlardan birisi de seninki. es geçip “boşver” dediğin …

insan kendini bırakır gider bazen… omuzları koca bir yük gibi biner vücüduna… ne dik durabilir ne de mücadele etmek ister bi’şeylerle… “varsın, böyle olsun, böyle devam etisin der”… böylesi beklentilerle dolu bir hayatta, kolu kanadı kırık bir kuş gibi bükülmeyi beklemek ne acı…

ne acı böyle umutsuz beklemek, tek bir söz için sabahlara dek…

yaşam sorusu

severek sarılmak mıdır yaşam, saldırarak savaşmak mı? hangisi daha bir gerçek duruyor önümüzde?

görsel yanılgı, algısal hata

kendimizi kandırdığımız bir nokta olduğunu düşündünüz mü hiç... gece yarısı 2'den sonra gelen bir dürtüyle...

sanal sohbetlerin, gırla giden smslerin ardında, elde kalanın aslında yalnızca 10 dakikaya sığdırılabilecek kadar sohbetlerin, gerisinin kuru laf salatalarının olduğunu farkedebilmek zor mudur şu zamanda? yüklemi, öznesi karman çormanlaştırılarak bir şeyler yapılmaya çalışıldığını saatler boyu... onca "q klavye" çalışmasının, "ışığı, efekti çoktan hazır edilmiş bir minik kamera"nın, birer görsel yanılgı, algısal hata olduğunu...

ner'den başlayıp nereye gideceğini az çok kestirdiğiniz ama "ne alakası var" larla bezenip, dile gelen tüm fırsatlarda; "ben marjinalim, ben farklıyım" takıntılarıyla cezbeden taraf olarak, "tüm ülke puanları"nı kesenize doldurup herkes gibi sıradan olunduğunu...

kendinize şöyle bir baktığınızda "kendini kandırım ne zamandır prim yapıyor web alemlerinde?" diye sorsanız, cevabını yine aynı doğru olmayan hallerde mi cevaplarsınız...

en süslü cümleyi kuran 1.cilik ödülünü alır(!) adlı, tadı belirsiz yarışmadan kaç dönem daha sıkılınmayacak acaba?

en zeki halinizi, en aptal oyunlarla tüketip, en mutlu olma zamanını, en boşa harcama benciliğine ne zaman bir son vereceksiniz...

sonu aynı, tadı bir zira

hayatın zor donemeclerinden gecerken, hali hazırda ilerleyen bir yaşamın olduğu bilinciyle, devamlılık gerekliliğine düşmüş olman ve bunu kendi yaşadıklarımla özdeşleştirmem, empatik yaklaşıp, ancak “anlayabiliyor” olmamın yetersizliği üzerinde çokca durmak lazım sanırım…

biri yaşar, diğeri anlamaya çalışır… “anlıyorum” der… anlamamıştır… herkesin derdi kendine en büyük… yapabilen, en yakın örneği kendinde benzeştirmeye çalışır… bir sayar…

sırlar verilir “kimseye anlatma ama ” denilmez…. gerek yoktur… her lafın üzerine birşeyler soylenmez… susulması gerekir bazen… laf kalabalığı etmek kimi anların üzerine, sakil durması en muhtemel an olur… en sessiz ânımız, en anladığımız hâlimiz olur… kalırız öyle… kalmalıyız da bir süre…

şaşırtmak için değil, asıl geride kalmış yanlışların, “halbuki” ler beraberinde, durup da görülmediği yere konulması gerekliliğinle gun yuzune cıkarılması, bizi şaşırtmanın çok ötesine götürür… dibine kadar bir şeye sıkı sıkıya bağlanmak, verdiği zararın üzerine büyük bir örtü örtülmesi kadar olağandır… senden aldıklarının farkına varma çabukluğu, verdiklerinin değerini bilmek ile aynı zorluktadır…

bunu bilmek, bundan kaçmak gerekir… görmezden geldikçe, kayıpların çetelesi bir hayli olur… sonu aynı, tadı birlerden farklı olsun ki, o zaman sarınılası olsun her ne varsa…

tuzu kuru

tuzu kuruların empati yapabilme olasılığı nedir?

bunun dünyanın en zayıf şeylerinden biri olduğunu biliyorsan ağlak olmanın bir manası da yoktur o zaman... restini dilinde tut... eksik etme kimseden hislerini...

isyankarlığını, en yakın arkadaşının bilmesi, içindeki büyük öfkeyi azaltacağı hissine de nereden kapıldın şimdi... vazgeçecek misin?

devam etmeyen var mı bu alışkanlığına? ona anlattıklarının yarısını söylesen kimilerinin yüzüne, aslında kaybedeceğin şeylerin içinde büyüyenden çok daha değersiz olduğunu anlamayacak mısın?

zamanı geçirme lüksün yokken... bu kayıp neden...

durma öyle...

bahaneler ve bunların götürdükleri

bahanelerimizi her bir olaya denk gelecek şekilde gayet de haklı ve mantıklı (!) olarak kendimize gore sıralamaktan geri kalmayız hiç… muhakkak engellerle dolu bir hayatımız, 24 saat içine sığmayan koşuşturmalarımız, sevdiklerimize zaman ayıramayacağımız bir hafta sonumuz, “şu hastalık bir geçsin de” tadında iş-guç geçiştirmelerimiz, bi yılbaşı, bir bayram ve benzeri vukuların engel teşkil edeceği dürtüsüyle ertemelerimiz, sonu gelmeyen bahanelerimiz var bizim…

bunlar hep olan, olacak şeyler… sağda solda… en içimizden, sokak köşesindeki dilenip para içinde yüzen adama kadar hepimizde var…

sevmediklerimiz sevip de dile getirmediklerimizden daha bir kabarık listemizde… hangi tatsızlığı halletmeye çalışmadık ki… ama ya yaptık mı guzel giden bişeyleri sorgulamadan devamını getirme girşimlerine çabalamayı… durduk kaldık öyle…

sevgililer günü

kendisinden pek emin zatların bir aşk besiciliği yaptığını sandığım "ben senin bildiğin kadınlardan değilim", "seni aşksız bırakmam " deyip, "sana onu unutturacağım" la devam eden bok püsür çöp tenekesi kıvamında mesajlar silsilesi bir gune bulaşmış durumdayız...

sevgilin yoksa yoktur, varsa vardır... bunu dunya meselesi haline getirip, "ben böyle gunun ta aq" tadında tadı kaçmış , kokuşmuş iletilerle ilgi çekmeye çalışan tiplerin, "aa tatlım senin gibi birinin nasıl olur da sevgilisi olmaz" iletisi beklentisiyle, yeni dehlizlere yelken açma amacı gütmekte olması hiç şaşılası değildir... nerde yaşadığımızı biliyoruz ve farkındayız yıllar yılı da böyle sürmeye devam edeceğini...

gecesinde partilere en sap halinizle gidip "gun bugundür " deyip, saldırı planınızı gerçekleştirme ve akabinde zafere ulaşma becerinizi(!) bir başarı sayıp, karşı tarafın sevgilisizlik psikolojisinden faydalanarak, en savunmasız anında girizgah yapılacak olması da çok olasıdır... bu da yadırganmaz artık... halen aynı yerdeyiz, aynı havayı soluyoruz...

bol bol , siyah kara kutuların izlenmesi, ibo şovda gerizekalı esprilere gülünüp, dansözle ibo arasındaki "relationshiplerin(!) sorgulanması, facebook da aradığını bulmaya çalışmaya gelmişlerin geçirdiği boş anlamsız zamanlar kadar "hiç" tir... öyle de olmaya devam edecektir...

bu burada olur... bir başka yerde değil... aynı şov programındaki "yiehhhyyy" lere gülünüp, sevgili adaylarına - ki asıl sen kendini aday listesine koymuşsundur sormadan, etmeden- mesajlar atılır... kısa mesaj çekmekten zaten diğer gunler felçten öteye gitmeyen parmaklarınızın sağlığı daha da bir tehlikeye girer... öğrenci hattı "copy-paste"e gayet de mümkün kıldığından bu tarz girişimleri ve de gönderilen kısmında tek bir isim olduğundan forward mesajdan sayılmaz bunlar... can hıraş uğraşımlar, son dakika golu(!) ve benzeri kazanımlar günün kârı olarak tarihteki yerini alır fazlasıyla...

bunlar "pardon bakar mısınız?" demenize bir an dönup bakacak "x" kişiden "y" kadarıdır... burda, yanıbaşımızda, içimizde, içimizden çıkan küçük çocuktadır...

ne mutlu bize...
aziz valentine'nin ruhu şad olsun...

dost dediğin

gittin sen ve geri dönmeyeceksin bir daha biliyorum…

aynı şehrin iki ayrı ucunda,aynı geceyi yaşayıp, aynı yağmurlarda ıslanarak, ayrı şeyler düşündüğümüzü biliyorum artık… her yalnızlığımda senin de yalnız olduğunu ve bunun seni ne kadar da korkutabileceğini düşünüyorum…bir telefon kadar yakın olman bile korkularımı yenmeme yardımcı olmuyor… zaten aramamı söylediğinden beri ısrarla,korkuyorum elimin telefona uzanmasından her seferinde… o yüzdendir daha bir endişeleniyorum sana ben…

Nerdesin demiyorum biliyorum çünkü nerde olduğunu…bensiz herhangi bir yerdesin şimdi ve eskisi gibi umrunda olmuyor kalbimi çalışların… çoktan fırlatıp atmış olduğun kalbimin kan kaybedişleri bile merhametini etkilemiyor artık…. her yalnızlığa, yanında sırf ben olmayayım diye alışmaya çalışıyorsun… sanki dünyanın en korkusuzu gibi davranınca yalnızlığın uğramayacağını düşünüyorsun sana… kimseye ihtiyacın yoktu belki ama ben çok sensiz kalmıştım ve olanca benliğimle sana ihtiyacım vardı… bunu biliyordun… bunun seni son görüşüm olduğu için, gözlerine daha fazla doymam gerektiğini bildiğim gibi, bu çaresizliğimi gözlerimden bile apaçık okuduğunu biliyordum ben… kelimeler tükenmişti dilimde ve son cümlen diyecek söz bırakmıyordu: ”elimden bir şey gelmiyor,unuttum her şeyi”

Çocuklar var sokağımda avazları çıktığı kadar bağırmanın çocukça bir şey olduğunu bilmeden çocukluklarını yaşayan çocuklar… senin de sokağın öyle mi? avaz avaz çocukluklarını yaşayabiliyorlar mı, bizim farkına vardığımızda zamanın çok gerisinde bırakmış olduğumuz çocukluğumuzu… ama en uslusu senin kızın değil mi yine, benim her zaman Hintli güzeline benzettiğim güzel kızın? sana benziyordu kızın, sen benzetemesen de bir türlü, sana bağlı olmasını istemesen de,sana benziyordu kızın…bir şeyi yapmak istemediğinizde ikinizin de yüzü aynı asılırdı ya da kahkahalarla gülerken aynı katılıp kalırdınız birbirinize benzeye benzeye…

Ama senin sokağın köpek dolu…geceden sabaha havlamaktan ve ulumaktan yorulmayan vahşi itlerle dolu sokağın… hiç sevmezdim onları. sanki onlar köpeklerin dost canlısı olduğunu bilmezmiş gibi ağızlarından salyalar akıtarak beklerdi kapı ağızlarında, sahiplerine itaatkar olduklarını göstermek istercesine… bir sokak yakınlığında olabilmek için onlara kafa tutup göğüs germeye hazırım şimdi…

Aynı şehrin iki ayrı ucunda,aynı geceyi yaşayıp,aynı yağmurlarda ıslanarak birbirimizden habersiz,artık korkularımızın aynı olup olmadığını bilmediğim gibi, her ümitsizliğimde bir sevgili mi yoksa bir dost mu en iyi sığınak olur, bunu da bilmiyordum… sen benim en iyi dostumdun ve dostlar sevgili olamazlardı sana göre…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...