GOOD HEAD FUCKER


aklına getirdiğin zamanlar olur. ya bitersem? ya bitirirsem kendimi diye. saçmalamalarınla meşhur olursun, aklını suya gömmek, götünü de camdan aşağı atmak istersin. kendine bir nefes alanı, bir haz alanı bırakmak istersin sonra. hangisini ne zaman yapabilirsin bilmeden, hepsini aynı anda yapmak istersin. ‘ah bu deli akıl’ değil mi? ah bu gerizekâlı şartların bizi sonsuz zorladığı hallerin en büyük şahidi zırdeli akıl.

insan, hayatındaki dönüm noktalarını kendi elleriyle kırıp, kilometre taşı dediğimiz o ağır noktayı kendi başına koyabilir miydi acaba? kendi başına içinden çıkılmaz mükemmel girdapları, bir kabın içinde tutabilecek süper kahraman becerileri olabilir miydi ya da? ne kötü lan, seni kontrol eden hiç bir şeye yeterince müdahale edemiyorsun? hayat mı, ben mi diye bas bas bağırsam, ben daha güçlüyüm derim ama işte öyle değil…

bir saçmalama eşiği olsa. o seviyeden sonra bir hak verseler.. ‘tebrikler x bey, o kadar saçmaladınız ki, sizin için bir derdininizi alacağız seçin bakalım’ deseler,  ulan onu bile seçerken dertlenirdim ben…



 

müzik yaparken taklaya gelmek


Sevgili müzisyen arkadaşlarım ve müzik heveslisi genç kardeşlerim.  Bir müzisyen ve müzik kayıt yazılımı eğitimcisi olarak bir iki kelâm etmek istiyorum.

Bütçemizin yettiğince, ekipmanlar, güzel enstrümanlar alıyoruz ve belki bir minik albüm, belki ufak tefek kayıtlar yapıp geride hoş sedalar, anılar bırakmak istiyoruz.

Lâkin, bir şeyi satın alır almaz akşamına ''yaa en iyi ekipmanı aldım ben x kişisi gibi kayıt yapamıyorum, yapıyorum ama olmuyor, şu düğme ne işe yarıyor, bunu çevirince ne oluyor ?'' gibi sorularla kendinizi üzmeyin, dertlerden dertlere koşmayın lütfen.

Çevirelim bakalım o düğmeyi ne oluyor, basalım bakalım bu switch'e ne aktif / pasif oluyor?

En iyi ekipmanı almanız sizi gerekli ya da (görece) gereksiz masrafa sokar ama bir şeyi doğru öğrenmenizi sağlamaz. Bilgi edinmek satın almayla orantılı bir şey değil ne yazık.

Nasıl ki, en iyi makineyi de alsak Ara Güler gibi fotoğraf çekemeyeceğimiz gibi, en süper ekipmanla da 10 dakika sonra ''Abbey Road Studios'' kayıtları yapmamız mümkün olamıyor, olamayacak da muhtemelen.

Merak ettiğiniz bir şeyi, size seve seve zaman ayıracak ancak sorduğunuz ''cevaplarına her yerde erişebileceğiniz'' sorularla hayal kırıklığına uğratacağınız bilgili yakınlarınızı / büyüklerinizi darlamadan evvel, en basitinden başına bir ''101, how to ya da nasıl'' yazarak google youtube vb. mecralarda aratın.. Hem araştırması eğlenceli olur, hem de gitgide ne soracağınızı, üzerine neler ekleyeceğinizi öğrenmiş olursunuz.

örneğin:
''Cubase 101''
''HOW to learn note''
''bir şarkıyı NASIL kaydedebilirim'' cümleleri araştırmanız için kâfi gerisini ilgili arama motorları zaten öneri / tavsiye şeklinde yönlendiriyor sizi.

1 Senenin Ardından

insan tanıdıklarının, dostlarının kayıplarını dinlediğinde içtenlikle üzülür ama yeterince empati kuramazmış. bir anda ailenizin orta yerine düşermiş işte.

ben 1 sene önce bugün bunu gördüm, iliklerime kadar yaşadım. 'babam öldü' bir cümlenin çok ötesinde bir şey inan. rüya gibi, çok ütopik, çok boktan, çok allahın belası bir şey.. ağlamaktan yoruluyorsun, annenin yüzüne güçlü bakman gerektiği için dudak içlerini yiyorsun, ne kadar boktan şeyi göğüslemen gerekiyorsa hazır olmasan bile hazır görünüyorsun.


babam bir kere öldü ama ben 10 kere işte.. çaresizlik hiç bu kadar tarifi olmaz bir boktanlıkta karşımda durmamıştı.

her gün biraz daha zaman geçiyor ve daha da içim daralıyor.. darlanıyorum tek kelimeyle.. aklına gelince, içinden geçince, başın sıkışınca, bir derde düşünce arayacağın ilk insanın, arayamayacağın bir yerlerde olması hissinin farkına varmak çok zor oluyor. tek başına üstesinden gelmek de hakeza.. üstesinden gelmek dediğimiz hep lâfta sanırım. olmuyor işte.. büyümeden yaşlanıyorsun..

artık bir şey yapılamayacağının farkına vardığında boğazına düğümlenen babalar gibi katmerli bir acının insanı ne hızlı olgunlaştırdığını da anlıyorsun. eğer zor olsa da metin olmayı başarabilirsen, insanı en olgunlaştıran acılardan biri bu zorlu deneyim ama o da mümkün değil..

sensizlik çok zor.
güzel uyu, güzel babam..

Kafede Otururken Bile Bitirebileceğiniz 130 Sayfa Altı 22 Kısa ve Muhteşem Kitap

Aynen başlıktaki gibi. Kafe’de, parkta, hatta sıkışık trafikte bir solukta okuyup bitirebileceğiniz ve hayatınıza değer katacak kitaplar bunlar. Kısa kitap derdinde değilsiniz ama çabucak okuyup bitirme isteğindesiniz. Yine doğru yerdesiniz.
Biliyoruz, kimsecikler kitap okumuyor. Kitap okumanın tadı unutuldu. Sosyal medyanın en büyük kötülüğü bu oldu. Sosyal medya sayesinde meşgale sahibi gibi görünüyoruz, zaman geçiriyoruz ve işin garibi okuyor gibi de oluyoruz. Kendimizi kandırmayalım. O okuma başka bir okuma, kitap okuma başka bir okuma. Haydi, bu güzel havalar şerefine şu minik kitaplardan birini çantaya – cebe atalım, papatya kokulu bir parkta, ya da önü açık bir Kafede hayatımıza misler gibi yeni renkler katalım. Kitaplarımızın bazısı sadece 40, bazısı 90, bazısı 100 sayfa. Ama başlıktaki gibi hepsi 120 sayfa altında.
Hesabınızı yapın. 100 sayfalık bir kitap ortalama 2 saatte okunur. Tabi bu sayı kişiye göre değişir. 2 saat cep telefonu mıncıklamak yerine, başka dünyalara şöyle bir gidip gelmek hoş olmaz mı?

Mesela…

Dünyanın Sonundaki Dünya – 110 sayfa – Luis Sepulveda

dunyanin sonundaki dunya
Belki denk gelmişsinizdir bu hafta İngiltere’nin Norfolk kenti yakınlarında 4 ispermeçet balinası karaya vurdu. Drone ile çekilen üzücü ve çarpıcı görüntülerin altında balinaların midelerinden çıkan poşetlerden bahsediliyordu. İşte “Dünyanın Sonundaki Dünya” içinde bulunduğumuz bu gibi korkunç durumlar ışığında ilerliyor.
“Aşk Romanları Okuyan İhtiyar” adlı romanıyla tanıdığımız Luis Sepulveda, Türkçeye çevrilen ikinci romanı olan “Dünyanın Sonundaki Dünya” da günümüzdeki balina katliamını konu ediyor. İnsanoğlunun her türlü teknolojik ve parasal desteğini arkasına almış acımasız ve açgözlü bir balina avcısı Japon kaptana karşı hayatını denize ve oradaki yaşama adamış yaşlı bir kaptanın hikayesi. Aynı zamanda çağımızın en güçlü çevreci kalemlerinden birinden gelen bir umut mesajı. Bir solukta okuyup bitireceksiniz.

Satranç – 71 sayfa – Stefan Zweig

satranc zweig
Almanca’nın en güçlü isimlerinden Zweig’ı tanımak için biçilmiş kaftan. Soluk kesen bir maceraya Nazi döneminin karanlığı fon oluyor. Stefan Zweig’ın Brezilya’da sürgündeyken yazdığı ve Şubat 1942’deki intiharından birkaç ay önce tamamladığı Satranç, rastlantı sonucu eline geçirdiği bir kitapla satrancın inceliklerini öğrenerek bu oyunu bir tutkuya dönüştüren ve giderek bu tutku yüzünden beyin hummasına yakalanan Dr. B.’nin öyküsü. Dediğimiz gibi Zweig’ı herkes bilmeli okumalı. Satranç bu yolun en kısa ve en sürükleyici fırsatı.

2015'ün En iyi 50 Romanı



İdefix sitesi ve Sabitfikir Dergisi birlikte, 2015 yılının en iyi romanlarını seçip, Türkiye’de basılmış romanlar arasından en iyilerini bulup çıkarmak için sanat ve edebiyat insanlarıyla konuşup anket yaptılar ve sonunda böyle bir sonuca ulaştılar…

Ben de romanlar hakkında fikir vermesi için Tanıtım Bültenlerini de ekleyerek listeledim.

Bu elli romanın kimler tarafından seçildiği ile ilgili bilgi ise yazının sonunda.

Az da olsa bir şeyler okumadan gününüzü bitirmeyin.

Bol kitaplı günler.


50 ROMAN NASIL SEÇİLDİ:

Kasım 2014 ile Kasım 2015 tarihleri arasında yayımlanmış 50 romanı, 56 isim belirledi. Herkes kendi 10 kitabını önerdi ve ortaklıklar üzerinden, ortaya bu liste çıktı. Yani seçicilerin her biri, tüm listeden sorumlu değil. Hatta, belki de, bir seçicinin hiç mi hiç beğenmediği bir kitap bu listeye en tepeden girmiş olabilir. Ne ki, bu bizim gözümüzde, kaçınılması gereken bir durum değil.


1.  Kafamda Bir Tuhaflık
Orhan Pamuk
Yapı Kredi Yayınları 
14,30 TL (KDV Dahil)






Kafamda Bir Tuhaflık hem bir aşk hikâyesi hem de modern bir destan. Orhan Pamuk'un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul'daki hayatlarını hikâye ediyor. 1969 ile 2012 arasında, kırk yılı aşkın bir süre Mevlut, İstanbul sokaklarında yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapar. Bir yandan sokakların çeşit çeşit insanla dolmasını, şehrin büyük bölümünün yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Anadolu'dan gelip zengin olanları izler; diğer yandan ülkenin içinden geçtiği dönüşümlere, siyasi çatışmalara, darbelere tanık olur. Onu başkalarından farklı kılan şeyin, kafasındaki tuhaflığın kaynağını hep merak eder. Ama kış akşamları boza satmaktan ve sevgilisinin aslında kim olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmez. Aşkta insanın niyeti mi daha önemlidir, kısmeti mi? Mutluluk veya mutsuzluğumuz bizim seçimlerimize mi bağlıdır, yoksa bizim dışımızda mı gelişip başımıza gelirler? Kafamda Bir Tuhaflık bu sorulara cevap ararken aile hayatıyla şehir hayatının çatışmasını, kadınların ev içlerindeki öfke ve çaresizliklerini resmediyor. (Tanıtım Bülteninden)

2.  Uzun Yürüyüş
Ayhan Geçgin
Metis Yayıncılık 
11,25 TL (KDV Dahil)

"Nedir bu, dedi kendi kendine, tüm bu olup bitenler nedir, niçin buradayım, niçin hâlâ yaşıyorum? "Belki, diye düşündü, bir kazazedeyim, batan bir gemiden kurtulan son kişiyim. Ama bu dağlarda deniz yok. O zaman, dedi, belki gemisi batmış Nuh'um ben. Gemim selde dağlara çarpıp parçalandı, eşim, çocuklarım, kardeşlerim, hayvanlarım, hepsi öldü gitti. Felaketten bir işaret kalsın diye geride bir tek ben kaldım." Yola çıkarken bedeninin bir soğan zarı gibi tek tek soyulacağını sanan ama aksine bir ağaç kütüğü gibi kat kat kabuk bağlayan, katılaşan bir kahraman. İnsan sesinin olmadığı, işitilmediği bir yere ulaşmak için ülkeyi bir uçtan diğerine kat ediyor. Hiçbir şey arzu etmiyor sanki, hiçbir şey talep etmiyor. Böyle bir varoluş mümkün olabilir mi? Uzun Yürüyüş Ayhan Geçgin'in dördüncü romanı. (Tanıtım Bülteninden)

hastalıklı olmamanın 20 yolu

Gün geçmiyor ki yeni bir, bize iyi gelen list ortaya çıkmasın.

Hayatımız listelerle dolu. 
"Şunu Yapalım ama Bunu Yapmayalım List" 
"Alınacakların Yanında Şunları da Satalım List" 
"Vazgeçilecekler List"(herkesin bir tane olmalı) gibi.

Alzheimer Hastalığı üzerine dikkat çeken Brezılyalı Dr. Drauzıo Varella "Hasta Olmak İstemiyorsanız" adı altında güzel bir liste yapmış.

Bildiğiniz buzdolabına asmalık..




Duygularını anlat.
* Saklanan veya baskılanan heyecan ve duygular; gastrit, ülser, bel fıtığı, bel ağrıları gibi hastalıklara yol açar.
* Zamanla, duyguların bastırılması kansere dönüşür.
Öyleyse, sırlarımızı, hatalarımızı birileriyle paylaşmalıyız!
* Diyalog, konuşma, kelime çok güçlü birer ilaç ve mükemmel birer terapidir!

Karar Vermelisin..
* Kararsız kişi güvensiz, endişe ve ıstırap içinde olur. Kararsızlık, sorunları, endişeleri ve çatışmaları çoğaltır.
* İnsanlık tarihi kararlardan oluşur.
* Karar vermek, diğerlerinin kazanması için vazgeçmeyi ve avantajları kaybetmeyi kesinlikle bilmektir.
* Kararsız kişiler mide rahatsızlığı, sinir hastalıkları ve cilt sorunlarının kurbanıdırlar.

shift + del

"Aklımız yeterince özgür mü Lirio?"
Silebildiğinde Mutlusun... 

kirlenen bir mutfak tezgahını, ayna gibi olamayan “cam”ını temizlemek gibi bir şey bu bazen..

aklını, dimağını, seni darlayanları, saygısını çoktan yitirenleri, zamanını çalıp, üstüne de yorgunluk verenleri, dedikodudan damakları kurumuşları, karar verirken dünyanın çilesini çektirenleri, hayatınıza gereğinden fazla karışıp düzeninizi bozanları, kendileri uğruna plansız bir hayat yaşamak zorunda kaldıklarınızı, kibarlıktan uzak, kabalığın tam ortasında oturanları, eskiden beri 10 ayda bir sadece “merhaba” demek için listenizde tuttuklarınızı, kimse ile aynı kafada olmak zorunda olmadığınızı bile bile, sonu gelmeyen tartışmalar yaşadığınız, ruhunuzu yoranları, yüzünün güleç, içinin fesat olduğuna bir türlü inanamadıklarınızı, içten pazarlıklı, sinsi zihinleri, hep bir yerlerden toplamak zorunda olduğunuz, darmadağınık hayat yaşayanları, sadece facebook’ta arkadaş olarak kaldıklarınızı, kendimizi yeterince eleştirdiğimiz yetmezmiş gibi, sizi ‘sürekli’ eleştirmeleri, hiç bir şey beğenmemeleri yüzünden ciğerinizi solduranları, kıskançlıktan burnunun önünü göremeyenleri, her şeye, herkese negatif yaklaşmadan nefes alamayanları, sizden bir adım önde olmazsa ortalık yerinden çatlayacakları, obsesif kompulsif kişilikleriyle sizi gereğinden fazla yoranları, bencillikte “master's degree” statüsüne ulaşmış, "ya hep bana ya da hiç sana”cıları,  kendi çıkarlarından, hedeflerinden başka hiç bir şey düşünmeyenleri, onları önemsemenizi zerre umursamayan, bahanelerden bahane beğenen, mazereti bir yaşam biçimine çevirenleri, yüzünüze konuştuğu ile yaptığının ilgi ve alâkası olmayanları, önemsediğiniz değerleri, insanları, olayları zerre umursamayan, üstüne bir de kabalık edenleri, sevgilisi olduğunda hayattan kopup, sizi dış kapanın mandalına çevirenleri, hüznünüzü, sevincinizi paylaşmayan, ilişkinizi kestiğinizde arkanızdan konuşmaktan hiç de çekinmeyecek olanları, varlıkları ciğerinizi solduran, kendinizi kötü hissettiren, belki zamanında kıymet verdiğiniz ancak şimdi buna lâyık olmadığını düşündüğünüz insanları hayatınızdan çıkarır mısınız lütfen?

hayat bunları bünyede taşıyacak kadar uzun değil...


hayat bazen çok şizofrenik



sığınacak bir liman arıyor insan hep.. sarsılarak sağa sola çarptığı hengamelerinden gizlenecek o saklı kıyıyı arıyor... en dostane, en sıcak, en duygu yüklü kıyısına ulaşmak için çabalıyor durmadan... konuşmak için henüz çok erken denilebilecek şeylerin, seni geveze yapıp, içinde ne var ne yoksa haykırma isteği uyandırmasına şaşırıyor an be an. sonu mutlak delilik işte.

kendimizi baskılamaktan, bir yerlerimiz şişecek sonunda. bir şeyi öyle değilmiş gibi, yaşanmamış gibi düşünmekten, görebildiğimiz, hissedebildiğimiz her şeyi atlamaktan, yok saymaktan pili tüketivereceğiz.

insan, içinden geçenleri baskılayarak, dilinin süzgecinden geçirerek, yaşadıklarını hatırlamamaya çalışarak nereye varabileceğini hiç bir zaman bilememiştir.. bu büyük bir sorun ve büyük bir kendini üzme durumudur. huzur bulma yolunda, akla gelen en sakin çözümlere hep ihtiyacımız olmak zorunda. akıl sağlığımızı başka türlü ayaklar altından çekemeyeceğiz yoksa.

anlatması uzun sürer, en iyisi dinlemek..

kayıplarımıza son kez ne zaman dokunduk, onları son kez sevebildiğimizi ne zaman söyleyebildik? ne zaman onlarsız gerçekten kıymetsiz olduğumuzu hissettik? bunu söyleyebilecek cesaretimiz, zamanımız veya şansımız var mıydı?

hayat bu zamanlar mı zor sadece? ne zaman tereyağından kıl çeker gibi bize kolay gelecek? kaldı ki, bunun da bir cevabı yok.

belki de insanın, büyük kayıplar yaşadıktan sonra, sımsıkı tutunduğunu sandığı şeyler, avucundan kayıp gidiyordur. kıymetini bildiği halde, önüne geçemiyordur pek çok şeyin..

hepsi kendi akıl sağlığımız için değil mi? kararlar vermek, gitmek, durmak, mücadele etmek ya da pes etmek. bizden bağımsız gelişen çok az şey var ama bu onlardan biri değil biliyoruz.



mutsuzluk bizim bir alışkanlığımız gibi, değil mi? olmazsa olmazımız, aksi olursa bizi büyük afallatacak yegâne şey... mutlu insan mutsuz etmez ama dursun kenarda, elimizin altında. lâzım olur elbet...

kendimiz için iyi olanı yapmaya çalışmadan, bunun başka yolu olmadığına karar verirsek, hayata ve ruhumuza yazık etmiş olmaz mıyız?

döngü

geride bırakmak zorunda olduklarımız var. her ne kadar, vazgeçemeyiz desek de, dünyanın döngüsü böyle. sonu nereye varacak bilemediğimiz bu evren gibi,
hiç bir şey sonsuz değil. sonu var, bilinmezi de olduğu gibi her şeye hazırlıklı olmamız gerekliliği var.

içinden çıkmaya çalışmamız gereken hallerimiz de var ama, şapşikliğin alemi yok. şimdi nasılsan, sonra da öyle olursun sanrısıyla yaşanmayacağını bile bile kendine kıza kıza belki biraz, aklı selim düşünmeye ihtiyacımız var.

yokluğunda çok arayacağımıza şimdiden inandığımız insanları, bir daha göremeyecekmişiz gibi değil de, nasıl desem; varlığının size olan güzel etkisini hissetmeye ihtiyaçları var.




kendimizi kandırabilirsek, yenilmez oluruz

aşık olmaya bile vaktimiz yoksa,
neden yaşıyoruz ki?
hepimiz, içinde hayat olmayan bir hayatı seçmeye zorlanan sözde bireyleriz. zamana, zamanın bu şartlarına ve getirdiklerine katlanıp katlanamayacağımızı bilemeden, hızlı bir sürece dahil olup yaşamak zorundayız. kâh aklımız başımıza gelip hemen sıyrılabilme gücündeyiz, kâh içine çekildiğimiz kaos ne varsa gittiği yere kadar, gözümüz kapalı gidebilme cesaretindeyiz.

insanız ve tüm hissedilebilir duyguları çok hızlı, gelip geçici, delip geçici yaşıyoruz ve kendimizi dışarıdan görebilmeyi, en bize gereken şeyken, unutuveriyoruz. ne kadar yaş aldık diye, ne kadar gerilerde kaldık diye aynamıza bakmayı es geçiyoruz. üzerimize çöken bir ağırlığı, üzerimize oturan koca bir fili ne kadar kaldırabileceğimizi hesaplamayı unuttuğumuz gibi. 




bu hayat senin...

sevgili ruh eşim...

bu senin hayatın. benden bağımsız, aslında herkesten bağımsız sadece senin avucunda şekillenecek bir hayat. 

sevdiğin şeyleri yap, kesintisiz yap. ileride dönüp baktığında içinde ukde kalan tek bir şey olmasın. sırf kıralacak diye hayatından insanları çıkarmamayı seçme. herkes gidiyor ve yalnızlığımızla biz kalıyoruz.

bol bol kitap oku. hayatını bir güney amerika’da düşle, bir magmanın en sıcağında hayal et. aynı anda her yerde olabilecek kadar dolu ol, bir anda evine, yatağına dönebilecek kadar arınmayı da bil.


sevdiğin, istediğin, mutlu olduğun şeyleri yaptığında, yüzüne başka bir sen gelecek ve insanlar bu enerjini farkedecekler. kendini iyi hissettiren şeyler yaptıkça, iyi şeyleri de kendine çekeceksin. güzel ve mutlu şeyler sıraya girmiş seni bekliyor olacaklar.

ince detaylara takılmayı bırak. bunlar odaklanamamayı sağlar. bir çok güzelliği kaçırırsın ve geri dönmesi de kolay olmaz.

hayat çok basit...

yaşa… doyasıya, dolu dolu, güzel anılar biriktirerek, güzel aşklar yaşayarak geçir hayatını. sevdiklerine sıkıca sarıl, çok sevdiğini söyle onlara. yarın olmayı istemediğin bir yerde, onlar seni duymuyorken onları sevdiğini söylemenin bir anlamı olmayacak. sadece bu dünya var.. ötesi yok.

sanrılar ve saygılar



insan, kendisi gibi düşünmeyen, aynı ortak değerlere sahip olmayan kişilere saygı duymaya çalıştığında, pil bir yerde bitiyor..  asabileşiyor, insanî sınırlarını ve kırıcı olma raddesini fazlasıyla aşabiliyor.

aynı şeye inanmadan da, aynı takımı tutmadan da, aynı siyasi fikre sahip olmadan da bir arada yaşamayı öğrenmeyi, hızlıca benimsemesi gerekiyor..

ne dinin, ne fanatizmin, ne de partizanlığın bir çok değerin önüne geçmesini engelleyebilecek kadar olgun ve aklı fikri olan insanlarız. bir yandan bizden olmayanı dışlarken, bir yandan da "ben sana saygı duyuyorum" diyerek (aslında tam tersi), hâd aşıcı davranmak kimsenin öz alışkanlığı değildir eminim.. sonuçta ne görüyorsak, doğru olduğu sanrısıyla öyle davranıyoruz.

koca bir karmaşa

   Büyük kapılarımız var. En uzun olanlarından ve en büyük. Bol işlemeli, gereksiz pahalı, neden orada olduğunu bilemediğimiz saçma dev yapılar. Biz o büyük kapının önündeki ne yapacağını bilemeyen korkak, çekingen, oldukça endişeli; bir dakika sonrasını tahmin edemeyen bir kadın ve bir adamız. Öylece duruyoruz. Kim kimi mıhlamış, hangimiz bir diğerini bu endişeye sürüklemiş belli değil bir hâlde sadece duruyoruz.

   Kapının açılmasını beklemeyi bile çoktan unutmuşuz. Birbirimizin neyi olarak girdik hayatına, şimdi ne olarak son kez oradayız hatırlayamıyoruz. Sonra onun da bir önemi kalmıyor.


Sonradan bir şerit geçiyor gözlerimin önünden ve tam tamına 256 gün boyunca, nelere çabalandığını hatırlamaya çalışıyorum. Düşündükçe başımı zonklatan günler geçiyor gözümün önünden.



Bize ayrılmış bir sancılı sürecin sonuna daha böyle boktan bir halde geliyoruz işte. Bilinmezden bir başka bilinmeze giderek üstelik.

beyin bedava mı?


Dünyanın en doğru insanı olduğumuzu çok küçükten kendi kafamıza işlemişiz. Bizden daha doğrucu, daha sadakatli ve vefakârı mümkün değil bulunamazdı. Gel zaman git zaman, sınırlar aşıldı, yanlışlarımız ‘’şartlar gereği öyle oldu’’ya dönüştü.

Kendimizi ilk kandırdığımız günlerin ilk adımları böylece atılmış oldu.

İki birada sarhoş, bir şişe şarapta küfelik olmayı pek beklemezdik ama sırtımız o kadar dertle, tasayla doluydu ki, ‘’neden biz de sızanlardan olmayalım’’ deyiverdik. Rakıya da döndük, enfes keskinliğiyle jagermaisterle de kendimizi kaybettik. 

çekip gitmenin faydasızlığı



Spotify’dan devamlı yeni müzikler keşfetmek, sürekli kitap okumak ve şekersiz hiç bir şeyin olamayacağını düşünürken en sert kahveleri bile şekersiz içmeye alışmak..

ve sabah yatış 5.30.. mütemadiyen her gün.

Bir uykusuzluk hali değil, derinden sıkılma. Buradan gitmenin buna bir çözüm olmayışından bunalma.

Her şeyden derler ya. Evet her şeyden.

13,5 milyar yıllık evrende, bu hükümete denk gelmek de cabası. durum çok vahim..

    Kendini bir hamağa atıp, kulağında kulaklığın, elinde yarısına geldiğin kitabın, sırtında o kare kare izlerin çıkmasını zevkle yaşamak gibi, şu en lüks gördüğümüz huzur arayışımız bizi bunalımlardan kurtaracak gibi mi? 

    Kimseye tahammül gösteremediğimiz, kavgaya, küsmeye, cinayete ya da olur olmadık yanlış şeyleri yapmaya teşne olduğumuz aşikârlığını da bir kenara atmayalım.


Gerçekten sevilmeye, mantıklı bireyler olduğumuzu (tüm çevremizin) hissetmeye, insanî değerleri en üst seviyede (onurlu bir japon gibi) gerçekten yaşamaya, bir hayvanı severken her şeyi unutmaya ihtiyacımızın da çıktısını alıp astık şimdi duvara.. 

göreceli güzel


Buralarda durduğumuz kabahat. Sonra isyan ettiğimiz ve sonuçlarına katlandığımız da öyle. İsyan ettikçe düzelen bir şey gördün mü hiç? Kabullenince kalıyor ama öyle di' mi?

Hiç bir şey yapmadan kös kös oturmanın, insan bünyesine verdiği anlamsız keyif ile, koltukta uyuya kalıp, elinden telefonun düşüşüyle beraber “pat” sesine uyku mahmuru uyanma komikliğini birbirine karıştırıyorum hep. İkisi de yaşadığın yere göre göreceli güzel, eskileri hatırladıkça da göreceli hüzünlü.

bir proje olarak hayat !

Gün geçmiyor ki, elinde aromalı kahve'n, önünde en sevdiğin Levni Minyatürleri, binbir renk kalemlerin ve bir güzel müzikli akşamı seninle yeni güzel hayaller üzerine konuşmayalım..

Ben zorladıkça sen sustun, sen sustukça ben sebep aradım. Elbette galibi sen olacaktın da, ben yine de bir son umut, göğsümde yumuşatmaya çalıştım bu derin sızını, artık zayi olan türlü hayat hayallerini.



Bana öyle geliyor ki, bu hikayenin sonu mutlu bitmeyecek...

varsa yoksa kendimiz

kendi kendime zorunlu bir köşeye cekilmişlik peşindeyim daha çok. tam olarak bu.

kimsenin etkisi ve baskısı altında kalmadan kendi rızamla üzülmeyi seçmiş de olabilirim.

kim bilir?

herkesin derdi kendine büyük diye, kimsenin derdini doğru düzgün anlatamadığı saçma sapan bir memlekette yaşıyoruz. birimiz diğerinin derdini, kendi konuşma sırasının gelmesini beklediği için dinliyor. önemsediğinden değil!

halbuki hepimizin esaslı cümleleri, etkisi bizi yatağa mıhlayacak sivri dilleri vardı.


korka korka ses, söz çıkaramaz da olduk zaten bir süre sonra.

utanmadan bir de ''onu bırak da, asıl benim başıma ne geldi biliyor musun?'' dedik az evvel dostumuzun hayatını değiştiren hikayesini zerre umursamadığımızı hissettire hissettire..

biz, dinlemeyi de beceremediğimiz gibi, birbirimizi anlamayı da pek bilemedik. bunu bir doğru paylaşım yolu olarak seçemedik işte.

şimdi şans eseri, yıkmamız gereken mühim pek cok şeyi alt edip, birbirimize sarılabilirsek şayet, alırız belki derdi kederi birbirimizin sırtından.

hayat bize, bizim birbirimize oldugumuz kadar dost değil işte.
ne yapalım?

yamuk prenses ve kedi cüceler


 

Aklı yerinde olanlar için yayın akışımızda bu akşam, tam da bir paranoya heyecanı sunuyoruz siz sevenlerimize. Karışmayan akıl kalmasın diye...

Saklambaç gibi tam da halimiz. Vâr olan biri daha sayamadan “yok” diyiveriyoruz.


Kim nerede belli değil. Sobelemek hiç bu kadar zor olmamıştı yamuk prenses ve kedi cüceleri..



Kaybolup gidenleri hep hatırlayacağız elbet
Mühim olan onları çekip alabileceğimiz, mucizevi şanslarımız olacak mı?


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...