-12 sıcaklığında (!) bir gündüz ve öğlesi, akşamı, gecesi, henüz plânlanamadan sona ermiş verimsiz bir gün devamı..
bazen daraltılar geliyor...
sonra sabah oluyor...
geçiyor bir süre sonra...
müzik iyi geliyor...
...
birbirimize iyice zaman tanıdık değil mi?
yeterli diye bir şey yok ama...
kifayeti az idare ederler var ve bu, bana göre idare eder şimdilik...
şu, bu, o, geçsin de bakarız...
hallederiz, bir çok şeyde olduğu gibi... bakarızların içinde en akla yakın duranı, en olası plânlarımıza ekleriz daha sonra...
zaman geçiyor... sonra o heves de geçiyor bir süre sonra...
müzik iyi geliyor...
soğuktan acıtan, keskin ve karsız bir kış Ankara'sına rengini veren bir kaç güzellikten birini gördüm bugün karşımda... dün müydü yoksa? adını koyamadım... henüz bir ismi yok...
adı: "planlar ve benim onları gerçekleştirebilme ihtimalim" şimdilik...
yeni bir ev, yeni bir arabadan daha kolay, belki daha zor... her zaman kesitiremiyor insan... birinin olasılığı cebindeki para, diğerininki biraz şans biraz sabır büyük ihtimalle...
eksik parçaların yerini bulması, bir düğmeye basınca ertelediğimiz ve bu
ertelemelere mantıklı(!) onlarca bahaneler bulduğumuz zaman kaybından
elimizde kalanlar büyük olasılıkla...
nadas by Feridun Düzağaç on Grooveshark nadas'a yatırdığımız ayrı hisler, aynı hayaller vardır bazen...
"DON QUIJOTE"
yeni yıla bu güzel hediye ile başladım ki; bir kitap, bir defter ve bir
kalemin hayatımdaki yerini bilenler yüzümü nasıl güldüreceklerini de çok
iyi biliyorlar...
Teşekkürler Duysal
Miguel de Cervantes Saavedra
Yapı Kredi Yayınları
şubat 2010
dipnot: yeni yıla Cem'in pek şahane kokteyli ile tam olarak aşağıdaki tweetde bahsi geçtiği gibi girizgah yaptık ki vurmadan sarhoş eden kokteyl deneyimleri için lütfen Cem'e başvurunuz... :)
kızgın olduklarını, kırgın kaldıklarını rafa kaldıramıyor insan... o raf da, o tozlu aralık da hep orada öyle durdukça, bir şekilde gücünü kuvvetini toparlayıp, vazgeçebilmeyi beceremiyor...
aynı nefesi alıp, aynı kaptan yemek yemek zorunda kaldığında bunu daha da iyi anlıyor...
"ama gun gelecek ve ben o sesleri, o yüzleri asla yüzümde hissetmeyeceğim" dediğinde bile hep bir ihtimalin ufak bir parçasını kıyısında, köşesinde, bir yerlerde tutabiliyor...
tekrar okumaya başladığımı farkettim küçük notlarını… durdukları renkli düzenli klasörlerinden çıkarıp, yeniden ve yine sabahın erken saatlerine kurmaya başladım kendimi…
sabah erkenden yatarak da kendimi kandırdığımın farkındayım...
hayatın bir mavi ekranı var… güzellikler içindeki, çiçekli böcekli maviliklerden değil bu ancak... yeşili az biraz eksik görünenlerden… yaşamı bir windows gibi ele alınca anlaşılan, çeşitli kitlenmelerde hissettiğin dumurların en doğru açıklaması olan bir "sıçtın mavisi" bu…
bazen kendimizi çok hızlı bir başkalaşıma bırakabiliyoruz... bunu önceden kestiremiyor ve anlayamıyoruz ama o tüpün içinde hızla ilerlemekten de alamıyoruz kendimizi...
böyle zamanlarda, elini attığında ulaşabileceğin bir ilk yardım çantası olduğumu düşünüyorum. yaralarına ilk müdahaleyi yapıp, sonra da bir şey olmamış gibi beni bagajına tıktığını düşünüyorum sonra...
kabul etmesen de bu böyle, biliyorsun... olur ya bir itiraf saati yaparsan çok sevgili arkadaşlarınla bunu da bir gözden geçirirsin... o zaman hak vereceksindir...
bir sabah uyandım ve tüm nefesimin içimden çekildiğini hissettim… bunun bir anlamı olmalıydı… söyledikleri mi ? hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam etmek isteyişleri mi? her ikisi de ya da bir çoğu daha yanında…. bilemedim şimdi hangileri olduğunu...
bir alarm çaldı ve uyandım uykumdan…. ertelenecek bir tarafı yoktu bunun… fazlasıyla geç kalınmıştı ve yeni anlıyordum günler, haftalar önce ne olacağımızı… uyanmak için bir geç kalmışlık vardı sadece.. onun idrakı da yalandan yaşanan günlerin ardından oldu...
bir kırılma yaşıyoruz içten içe… kabalaşıyor, çirkinleşiyor ve buna pek de dur demek istemiyoruz… beceremiyoruz bu dur deme anını...
sözcüklerimizi sivriltikçe, nerelere gideceğini, ne uçlara değeceğini bilemeyip, içimizde kalan son 1-2 kırıntı ne varsa vuruyoruz yüzler arasında...
bir an geliyor… hızlı hızlı zamanı geçirmeye çalıştığını farkedip, bir soğuk duş etkisinde ve aydınlık gökyüzünün altında, yanında soğuk bir bira, elinde "de profundis" le buluyorsun kendini.. için sıkıntılı, bu iyi mi kötü mü, bildiğin şeyi sorguluyorsun halâ..
hadi gidelim o zaman... pılı pırtıyı toparlayıp, tek bir cümle bırakıp ardımıza gidelim...
"hoşçakal" bir veda cümlesiyse, veda etmeyelim de etiketleyelim tek tek ankara'yı bize anımsatan kim varsa mark zuckerbergin havuzunda, öyle gidelim...
aynı yılın aynı saati, aynı dakikası henüz birbirimizi tanımadan benzer
acıları farklı hallerde çekmiş(!) olmamız, birbirimize daha bir
anlayışla yaklaşmamızı, yakınlaşmamızı sağlardı ama birbirimizi
anlayabilmek için henüz çok erken... bu da bir gerçek...
dünya dönüyor oldukça, birileri hep yanlış zamanlarda, ne hikmetse o yanlış insanların
içinde olup, bilmeden belki de yanından geçen bir adamın yıllarca
karşılıksız sunabileceği bir sevgiden mahrum kalacaktı ya da pek sevgili
kadın, elini artık tutamadığı adamın yüzünü binbir yüzde arayacaktı...
zor, sıkıntılı ve içinden kurtulma isteği duyduğum zorlu bir haftanın ardından bugün fotografçılık için küçük benim için büyük bir adım attım... pek bir güzel nikon d 90'ım oldu..
bazen bir bencillik yapıyorum ve bunu ikimiz için de iyi olduğunu düşünüp vicdanımı rahatlatıyorum(!) kızabilirsin bana evet.. uzakta durup -ama cidden çok uzakta- sesini getirmeyebilirsin de buralara artık... ona da kabul... belki kızarsan bunlara, daha çabuk uzaklaşırsın benden... ben öyle yapardım... nefret edersem düşünmezdim... ama nefret edemedim hiç o ayrı...
içinde, bilgisayar kullanmaya başladığım ortaokul yaşlarımdan sonra zaten hiç bir vakit harflerini bitiştirmeyi beceremediğim çirkin el yazımla kimliğini bulamamış, kitaplardaki o bol süslü yazılara benzemeye çalıştıkça daha da bir çirkinleşen, bir ilkokul çocuğunun yazısı gibi karalı, pasaklı bir defterim var...
durağan hallerimden, hiç bir şeyi takmadığımı düşündüren sözlerimden bir manâ çıkarmaya çalıştığında, aslında ne denli tanışamadığımızı da anlamış oluyoruz böylece... her demi diline döktüğünde insan, kimi zaman tadını kaçırabiliyor ince çizgilerin... bazı şeylerin gözümüzün önünde ama dilimizin ucundan uzak olması daha bir insanî sanırım... gizemli kalmak için değil, tadında yaşabilmek için halleri, zaman zaman böyle gerekiyor... ayrımını kendi içimizde yapınca da daha bir anlaşılır ve anlamlı olsa gerek...
ufak bir gülüşün vardı... hatırlıyorsun... bana yerleşti o... birden bire yüksek sesli kahkahaların yüzüme oturdu sonra.. durgun bir halin vardı ya koltuğumda zaman zaman... kapı eşiğine not ettim onu... girer çıkarken bakıyor, çok keyifliysem aynı o eski moduma geri döndürüyorum kendimi...zorluyorum bunun için...
anneler yavruları açken yemek yiyemezler ya;
ben de, sen gri elbiseni giydiğinde gülemiyorum hiç bir şeye...
bir düğmeye bastım geçen gün... hangisi bilmiyorum.. "to continue press any key!!!" diye bağırdı bill, ben de yaptım... "radikal değişimler, büyük yıkımlardan sonra olurmuş" ... (kimse demedi, ben şimdi uydurdum bunu ).. ben de o yüzden bastım düğmeye... to change everything dude!
değişti bazı şeyler... öyle olmasını istedim, öyle olmasını diledim...
gece yarısı 12 de evden çıkıp, gece 4 de bar programından çıkıp, sabah 6 da duştan çıkıp, akşam 7 de işten çıktığım günlerde, kalan 5 saati kendime ayırabilmeyi istiyorum tamamiyle...
ertesi gün başımı zonklatan vodka-redbull un yarattığı damacana özlemini keyifle yaşayacağım öğlene kadar yarı uykulu olup, "oh mis ev ofis ne de hoşmuş"luğuna koşmak istiyorum zaman zaman...
...
tadım yokken, "dur ben keyiflenmek için sağa sola sardırayım, kalabalıklarda koşturayım, gürültüden kopmayayım, ortamlara akayım, bir iki yazışlar yapayım" insanı olmak için fikirlerini salık veren gürühun teselli verdiği bir birey olarak -kesinlikle su ile yapılmayacak- bol süt köpüklü cappucino mu ya da tek buzlu vodka vişnemi içerken, kucağımda mırıldayan kedilerime "dur evladım basma şu klavyenin tuşlarına" derken, fonda bir demet 'Beirut', "Ingrid Michaelson", "Jay Jay Johanson", "Michael Bublê" , "Jason Mraz" , "Mira" ve yahut "Idan Raichel" dinlemek çok daha çekici geliyor ne yalan diyeyim...(şu an olduğu gibi)
gerçi düşük mode-on olmadan da bunları pekâla da yapıp, bünyeyi huzurlama girişimleri güzel bir deşarj ve keyiflenme çalışması olabilir, tavsiye ederim...
o halde sıradaki şarkımız toparlanmaya çalışan bünyelere, sözlerini bilmeden de şarkılarından onlarca anlam çıkarabileceğimiz Idan Raichel Project 'den gelsin- "Mi'ma'makim"
şüphe uyandıran cümlelerle geldim bugün yanına.. her tadında farklı cesaretler sezinleyebildim sanırım.. kızgınlık, pişmanlık, iki arada bir derelik vardı aklımda da, şimdi kalsın bir kenarda, başka bir şeyler düşüneyim diye unutuverdim yine onları.. unutmaya zorladım en azından şimdilik.. bakarsın gelirse hatrıma, okunması güç yazımla yine, karalarım pembe-siyahlı koparılmaktan sayfası kalmamış mini defterine...
saçmalamaların en olası saatlerinde -ki buna biz sabahın körü de diyebiliyoruz zaman zaman- iştahsızlığa biraz daha alışkın bir resimde görüyorum artık seni. denilenin aksine, tüm hatları belirgin bir fotoğraf değil, bariz bir resim... becerisiz bir adamın elinden çıkan, belli belirsiz iki tutam karalamadaki bir yüz görüyorum, az biraz evvel mutlu, şimdi öyle olmaya çok uzak olan...
...
insanın acıkan yeriyle, acıyan yeri farklıdır ya, öyle durursan acın dinmez; sessiz sakin iki lokmasız kalırsan toparlanmaya direnemez insan.. insanlığımız mı kaldı gerçi? boka püsüre sardık.. elimizde silah gibi sözlerle birbirimizi delik deşik etmeye fazlasıyla hazırdık artık ama hiç bir art niyetimiz olmadan (!) yapıyorduk bunları.. sükûnetli konuşunca art niyetsiz olduğumuzu sanıyorduk. ne büyük yanılgıymış halbu ki.. evlenecek yaşta olup, yolumuzu bulamayacak çocuklukta kalabiliyormuşuz demek böyle karman çormanlaşarak...
..
herkes daraldığında bir yerlere göç etmek ister değil mi? şehrinden uzaklaşarak, ruhunu odasına kitleyip çıkabildiğini sanır ...
odasını içine gömüp yolaldığını farkedemez uzaklaşırken şehrinden.. pas kilitli kapısını yanında taşırken, palas pandıras melodiler bizi üzmek için kolları sıvar..
işte zamanı geldi.. her bir şarkıya anlam yükleme direncimiz kırılmak üzere. hangimiz daha az üzülecek diye, yarışıyoruz birbirimizle kıyasıya...
hangimiz kaybederse bu şarkı ona gelsin o zaman...
tuzladığın yanağını öptüm... sanmıyordum bu saatlerde böyle dolu olabileceğini.. kalmış mıydı artık yükü geçmiş tatsızlığı geride gecelerin, yanılmışım sanırım..
yanıldığım pek çok şeyin olduğunu ve bundan sonra da olacağını rahatlıkla kestirebiliyordum .. olmasın, sıkmasın, sarsmasın diye, şaçmalıkların içinden çıkış yolunu çizip öyle iyileştirmeye çabalıyordum.. uğraştıkça seni de beni de iyi etmeyeceğini biliyordum bu yanlış merhemin. farkındaydım.. artık öyleydi.. kafama sokmuştun öyle olmayacağını.. peki, tamam...
bir placebo bekleyemezdik adını sanını bilmediğimiz hallerin bu iyileşme sürecinden, ancak elimize yüzümüze bulaştırdığımız ne varsa toparlayabilmeyi becerebilirdik sanki...
...
bunu bekliyoruz... koridorlarını geçerken, yankılarımızı duyabiliyoruz bu boş binanın duvarlarında.. terkettik şimdi de... artık fazlasıyla da köhne.. ağır kapısını arkamızdan bırakıyoruz ve kendiliğinden zaten kapanıp gidiyor yarı paslı yüksek mavi demir..
...
olur olmadık seslenen garip ruhani karaltıların varlığını, bol uykusuzluğuma veriyorum bol iyi niyetimle... aklıma düşmesin diye başka bir şey, "öyledir ", "böyledir" diyorum kendi kendime... zaten 3+1 'e ufak geldiğimden, fazlasıyla köşelere atma şansım var bu halüsinasyon zamanları... yine bir polyanna çalışması, yine bir hasır altı etme çabaları..
beklentisizce yaparsak, az zede verir belli ki;
umutla eşzamanlı, sonuçsuzlukla eşanlamlı ruh yıpratıcısıdır beklemek...