3G (Tri Ci) yayına başlıyor


Cep telefonundan hızlı ve zengin içerikli veri akışına imkan sağlayacak Üçüncü Nesil Mobil İletişim Sistemleri (3G), Türkiye'de 30 Temmuz 2009'da hizmete geçecek.

"ya benimsin ya topragın" mottosuyla yaşamaya and içmiş genç zihinlerimizin,  3G (tri ci) aktifleştikten sonra kıskanclığına kıskançlık eklenmesi de herhangi bir özel ayar gerektirmeden, yine aynı tarihte olacak.

Tüm bunların ceremesini çekecek olan mağdur 3G lady'lerimizin ne gibi onlemler alması icab etmiş durumda? Bunu düşünenimiz var mıdır?

bir örnek:

30 temmuz'un akşamı elverişli telefonlardan görüşen iki sevgilimizin GSM'sel durumları :

"erkeğimiz günde 10 defa arar, 5 defa kamera açtırır, 20 defa mesajına cevap bekler bir yapıdadır.  Evveliyatında zati her gece msn, skype, facebook vb. bilimum platformlardan kontrollü bir ilişki yaşayıp yuvarlanıp gitmektedirler...

-  nerdesin!
- arzularlayım hayatım
- o sesler ne, kim var yanında??!?

- arkadaşlar hayatım işte, arzu, meral, deniz
- deniz kim?
- aşkım kız kız! meralın yurttan oda arkadaşı.

- aç trı ci'yi görücüem!!
- ama aşkım yaa off, bu kaçıncı ama ya!

- aç dedim görücem arkadaşlarını nerdesin!

-bla bla bla
-bla bla bla bla bla!!!!

-  %(&=%&?%)%&
-  !'^+%%/%&)?%&)%+=&(
-  %=(%=%?&Ğ+%%?

ve böyle gider...
ve bir başkası
ve bir başkası...

"Yabancı geldi mi?"

dip not: 3G ile şu anki internet bağlantı hızının 10 katı hızda erişim mümkün olacak. Bilgisayardan bir film EDGE hızında 7,5 saatte indirilebilirken, 3G'de bu işlem, 7.2 megabyte hızla 6,5 dakikada mümkün olabilecek.

monitöre konan sineği fare imleciyle kovalayan adam



üşengeçliğinden kıçını kaldıramayan
adamımızın, bilgisayar koltuğunun ucuna oturup, zaten birazdan geçerim içeri düşüncesiyle, kendini kandıra kandıra , "iki dakika", "on dakika", "yarım saat" , "bir saat" diye diye sabahın 5'ine kadar uyanık kalmasıyla birlikte, bol sırt ağrısı, kupkuru bir ağız ve hareketsizlikten tutulmuş eklemlerle, sabahın ilk ışıklarında sızılması şeklinde son bulan call of duty veya facebook (son zamanlarda özellikle) gecelerini kaçımız paylaşmıyoruz ki...

daha pantolunu gömleğini çıkarmadan direkt odasına gidip bilgisayarı açarken, "acaba modemi açmış mıydım, içeri kim gidecek şimdi" üşengeçliği hangimize yabancı duruyor ki?

"şimdi bitti", "hemen çıkıyorum" , "tamam geldim" le devam eden bitmek bilmez ertelemelerin, kapı önü sohbetleri, msnden çıkma çabaları gibi bir hal almasını, bu tiryakilikten nasıl kurtulunması gerektiğini, ilk zamanlar nasıl kullanıldığını öğrendiğimiz gibi bilmemiz gerekiyor... zira işimize yarayanı alıp, posasını atmamız gerekiyor bir yerden sonra... bu dengeyi hayatımıza hangi oranda soktuğumuzu ayarlayan yine biz zat-ı alilerimiz dengelemek zorunda.

demesi kolay, kurtulunması zor alışkanlıklardan oldu bu bela ve sonu nereye varacak kim bilir... herşeyi seri, kolay, çok amaçlı ve birbirine bağlı olarak elimizin altına süren bu sistemler oldukça bitirmesi o kadar da kolay olmayacak gibi.

"facebook'tan profil'imi sildim sonunda, yaşasın!" demek bile bir çoğunun aslında "bakalım ne kadar dayanabileceğim onu deniyorum" cümlesinin ilk girizgahı olarak, dile getirmek için yürek isteyecek hallerini anlatır durumda...

sabahın 7'sinde "facebook.com/kullanıcıadı " tadında bir isim almak için internet kafelerde sıra olan insanları sayarsak bir hayli fantazik şeyler düşünüyoruz sanırım.

Bir tek kız arkadaşım facebook'tan nefret ediyor. "Ne anlıyorsunuz hergun birilerine bakmaktan, onlarca video izlemekten, birbirinizi pokelemek'ten" vs. diyor... "otur müzik çalış, kitap oku, derslere bak" diyor... Biraz da mahcup ve hak verir olarak şaşkınlıklar içinde bakıyorum O'na...
Ve diyorum:
-Alkışlar Bubu'ya gelsin... :)

kim nerede ne yapıyor 140 kelimeyle anlık nasıl haber alabilirim?
log in twitter!

kim kimle sevgili ve ben o kişiyle tanıştığım zamandan kimlerle arkadaşım?
log in facebook!
sevdiğim sanatçının dinledikleri neler, belki aynı şeyleri seviyoruzdur?
log in last fm!
aradığım bir şeyin doğru bilgisini nerden bulurum?
log in wikipedia!
aynı şey ile ilgili dallanıp budaklanan yorumları nereden görürüm?

log in ekşi sözlük!
facebook bozuldu ner'de o eski güzel arkadaşlıklar, bol müzik sohbetleri?
log in myspace!
ama ben hepsinden de haberdar olsam olmaz mı?
log in friendfeed!



youtube' un da kapanmasıyla birlikte "facetube"a donen bu işkence sitesi kendine esir etmek için çok da bir şey yapmıyor... kim ne paylaşmış, kim ne yüklemiş, hangi gruba dahil olmuşuz da sonra o yuzbinler aslında reklam için adı başkalaşan bu gruba ne küfürler yollamış. bunları çok merak ediyoruz...


bunlar hep küçüklüğümüzde babamızın çantasında ne var merakına kadar geriye gidebilir aslında... ne kadar da meraklıymışız birilerinin birşeylerini kurcalamaya, öğrenmeye!

ağzına kadar dolu dolabımızdan
iki yumurta almak için bile kalkmaya üşenen bir hal aldı bu sapkın hallerimiz... açlıktan kırılsak da

bunu okuyan her kim varsa!

*artık bir silkinsin.. kendine çeki düzen versin..
*sanal dünyasının kapısını kitleyip, kafasına kuşun pislediği, aplikasyonsuz, yağmurla, soğukla ıslandığı gerçeğe dönsün.
*çağırsın arkadaşlarını, taksın walkmanlerini fotoğraf çekmeye gitsin bir yerlere.
*pokeleyeceği adamı gitsin omzundan el atıp "kardeşim nasılsın" desin.
*yolda görse selam vermeyeceği adamı gidip de sanal profilinden eklemesin.
*robbie williams arkadaşım diye böbürlenmesin, zira yolda görse sallamaz çünkü.
*gerçekte dayak yeme riski varsa klavye delikanlılığı yapmasın
*karşısındaki adamın yaşına göre yazsın, nickine göre değil.
*bilsin ki her klavye kendisinden pek daha zeki, çok daha olgun bilgin ve yaşlı olabilir
*kendi bildiğini dünyanın genel geçer doğrusu sanmasın!
*dunyadan haberdar olsun, gazete okusun...

engelli web

Bu özet kullanılabilir değil. Yayını görüntülemek için lütfen burayı tıklayın.

uykunun ağzına sıçmak

dış kapının anahtarını evde unutan salağın, hele ki en alt zil sizinse kapınızı gecenin 4'ünde çalması olayı.
kapı çalar ve olaylar şöyle gelişir
-(gayet uykulu ve sinirli bir sesle)
-kim o!
(utangaç mizaca sahip mağdurumuz)
-ya şey ben edward 5 numaradan anahtarımı unutmuşum da!
-aa öyle mi ne demek, açayım kapıyı! buyrun bi de kahve yapayım size yorgunsunuzdur!
-yok şey otomata bassanız yeterli benim için, başka bi zaman inşallah

(zzzzzztttrrrr)
-sağolun
-homurrrr homurrr

videoların sonunun pat diye bitme sorunsalı


bok mu var şimdi her böyle mühim görüp hemen açıp heyecanla yuklemesini beklediğimiz videoların sonun pat diye bitmesinin... 30 saniyede 40 saniyede zaten olayı idrak ettim edice'm derken sonlanmasının?


"idare edemem anne diyen çocuk"
"mikrofon yutan adam"
"yol bariyerine seksek oynarken düşen adam"
"trt 1de sayısal gecede noter beyin masadan düşmesi"



gibi videolarda nedense tam bir açıklık kazanmadan filmlerimiz son buluyor... ya bunları yükleyen adamlar heyecanlanıp hemen kaydetmeyi durduruyorlar ya da başka bilemediğimiz bir şey var...
100 tane bu tarz video açın 80 tanesi daha olay gun ışığına kavuşmadan bitiyor...
hayır yani kotamız uygun yukleriz, izleriz, yorumumuzu esirgemeyiz hiç sorun değil...


aklıma geldi değinmek istedim :)

hikayeler yığını



yine aynı şeyler dönmeye başlıyor… yolun aynı yakasından farklı demlerde birileri biniyor kağıttan gemilerine. güzelliğini çıkartıp, huzurunda kurulurken ve tam da alışacakken birçok şeye iniveriyorlar ... anlam veremiyorsun. kararlarından dönseler bile çoktan yola koyulmuş olduğundan zaman geç oluyor... dönemiyorsun... tam da "sessiz, sedasız kaldım" derken, melodiler yığını onca şey tınısını duyurmaya başlıyor bir bir…

görmediğin bir yerlerde bir şeyler çalınmaya başlıyor... aynı bildik, yabancı olmadığımız şekilde... her biri daha bir güzel geliyor bir zamandan sonra... kendinden bir şeyler bulmuşluğundan, eskiden seni bunaltan bir olgu, şimdilerde daha bir nefes almanı sağlıyor... hayat bir tek ve en çok sana zarar veriyor…

belki bir tek senin ve hayatını paylaştığın birkaçının diline dolanıyor bu küçük hikayeler yığını… herkesin acısı bir diğerinden fazla oluyorsa seninkisi en kutsalı,en acısı,en katlanılmazı oluyor…


HEY!!!

bırak artık bu acıtasyonları...
hayata don artık...

you are not alone



Geçmişinde diskjokeylik*1 yapan abimin, vakti zamanında bir dünya kaset ile, plak ile haşır neşirliğinden dolayı, devamlı suretle evde bir yabancı müzik dinlenmesi olayı vardı. Plaklar döner, kasetler başa sarılırdı . Tabi o zamanlar cd'ler tek tük, herşey en sevdiğimiz analog tadında, en lezzetli halindeydi . Ama ben en çok Michael Jackson'u bilirdim... Hatta diğerlerinden tanımadıklarım olduğu zamanlar "abi maykıl koysana!!!" diye bağırınırdım.. Onu da bizden zannederdim. Sorsam şimdi hatırlamaz gerçi bu anekdotu :) "HIStory" albumunun kapağını ilk gördüğümde "aa cidden o heykeli yapmışlar mıdır?" diye sormuştum kendi kendime hatta :)

Sonraları bir insan gibi gelmemeye başladı bu adam bana, ortaokul yıllarından sonra... Zilyon tane arkadaşımdan kimse hiç bir konserine gitmemiş, yüzünü görmemişti. Konser ve albumler için programlanmış özel üretim biriymiş liğinden olsa gerek paronayalarımla içimizden ama "yok" biri gibi duruyordu... Gerçi ne La Toya'yı , ne Janet'i gören de yoktu ya ... Öyle biri varmış da dünyanın bir ucunda bir şeyler yaparmış tadındaydım ben hep... DisneyLand'dan bir karaktermiş gibi ya da... Birileri bir mekanizma ile yaratmış , sonra da t-800*2 gibi artık miyadın doldu hadi bakalım "astalavista bebeğim" diyeceklermiş gibi. Gerçek sanmıyordum hiç bir zaman. Sonraları Slash'ı gördük öğrendik de kafada şekillendi kimi şeyler... (çocukluk işte :)
Zaten görebileceğim umudunun %1 bile olmadığı bir yaşantıda gitti...


Şimdi moonwalking'in en güzelini sen yapmışken, yerlere kadar eğilip dizini kırmadan şarkı söylemenin en keyiflisini senin konserinde izlemişken ne yapalım biz şimdi? Kimi izleyelim Michael Bro!

şimdi kimde sahne sırası...
show must go on...


You Are Not Alone, MJ'ın 1995 çıkışlı yarı toplama albümü HIStory'den çıkan 2. şarkıdır. Şarkı, Epic Records tarafından yayınlanmıştır. Şarkının yapımcılığını R. Kelly üstlenmiştir. Şarkı ABD listelerinde 1 numaraya kadar çıktığı gibi, tarihte, bu listede girdiği ilk haftada 1 numaraya çıkan ilk şarkıdır.


*1: dj: gecenin ve önündeki kalabalığın nabzından sorumlu adamlar. çaldığı mekandaki herşeyin gelişimini etkileyen pikaplar ve bilimum cihazlardan müzik yapan kişiler... dışardan çok kolay gözüken, içerden de bi o kadar zor zahmetli ve pahalı meslek..
*2:
t800: terminator serisinin arnold schwarzenegger tarafindan canlandirilan emektar robotu.. yari biyolojik yari mekaniktir...

deli saçması

deli olduğumu mu düşünüyorsunuz hala? saçma sapan alışkanlıklarımdan kurtulamadığım zamanlarımda hep birilerine sığınma dürtümün sapkın hayallerimden mütevellit olmadığını idrak etmeniz için daha ne kadar ruhsal taviz vermeliyim size....

kimi kimseyle kıyasladığım yok. sanki bütün paranoyalar benden çıkmış gibi... hep siz geldiniz benim üstüme... siz bocalattınız düz yolda bile yürümemi zorlaştırarak... neresinde olduğumu bilmiyorum... birileri ötede bağrışıyor, öfkeli kalabalık daha mesaisinden çıkmamamış, henüz yeni yeni geriliyor ortalık...

... ben neresindeyim bilmiyorum ki... çekip almak lazım, tutup atmak lazım birilerini...

dengemi yitirmiş olduğumu söylemiştim... kimse tutmazsa ben nasıl kalkayım şimdi... tüm destekler para değil ki öğrenemediniz mi bunu...?

adam olma zorunluluğu

Hep birileri gibi olmak zorundaydık... Eğer o birileri gibi olursak, işte o zaman severlerdi bizi, o benzemeye çalıştığımız birileri gibi... Kendimiz gibi olmaya çalıştıkça, sevgi uzaklaşacakmış gibi gelirdi bize... Çünkü biz en çekilmeziydik ve kendimiz gibi olursak, yalnızlık ömür boyu olacaktı onların nazarında... Kurtulmak gerekirdi bütün bunlardan ama yapamıyorduk...


Nicelerine hayatın en çetin derslerini verirken, unutuyorduk kendimize de bir şeyler almayı ve zedeleniyordu git gide kalplerimiz... Onarılamıyordu bu derin yara... Kimse bilmiyordu nasıl dokunulacağını en hassas yerimize... Yine bize düşüyordu en diplere dalıp kendimizi çekerken, hayatın dersini kendimize de vermeyi bir yandan...


Adam gibi olursak o zaman takdir ederlerdi bizi. O zaman terkedip gidenler geri gelirdi... Kim nerede bırakmışsa bizi, aynı o yerden devam ederdi elimizden tutup... Adam gibi olursak eğer... Neydi ki adamın tanımı, adamlığın tanımı? Her birine göre farklı bir adam mı olmak zorundaydık...


Adam olan bizdik ve bizim gözümüzde onlar mı değişmeliydi yoksa? Öyle olmaya çalışırken ve belki de olmamız gereken bir 'biz' olurken giderek, şimdiki bizi nerelere atardık, ihtiyacımız olduğunda tek sığınağımız olan benliğimizi....



Hiç merak ediyor muyduk bunları? Her birine göre değişmeye çalıştıkça ne kadar 'biz' kalabilirdik böyle? Yoksa gerçekten değişmek mi zorundaydık? Zaman geçtikçe gerisinde mi kalıyorduk değişimin?

Bunu bilmek zorundaydık...

düğüm

zor bir kararı almanın eşiğinde , yapılacak şeyleri danışacak kimseleri yanıbaşınında bulamamanın telaşıyla, yüze göze bulaştırılan ani fikirler kalabalığında bulursun kendini...

bencillikten yana epey bir yol katetmiş bir başkası senin beynini okuyamayacağı için, sorarsın ve yine kendi bildiğini okursun... manası var mı o zaman zihin yorup da aynı şeyleri tekerrür etmenin... biri seni bir yerlere bağladıysa ve düğümün ucunu da senin eline verdiyse , bahanen bağlı olmak mı, cesaretsizliğinden söküp atamamak mı kördüğümünü?

kimse seni tutup getirmedi bu bahçeye... "bak yeşilikler seni sever, sen de zamanla onlara alışırsın" demedi... gitmek neden bu kadar zor öyleyse?... gözü karalığı insan bir kere mi kullanabiliyor hayatında? başka bir joker hakkı yokmu?

dahasını cebinden çıkarıp devam etse... kendine hoşluk katsa... mutlu olsa, aynaya baktığında her seferinde daha bir güzel vursa yüzünü yüzüne...belki kırılır, kırılması gerekenler...

şimdi... "ben sana demiştim"ler içinde zihnimi arı tutmam lazım... eğer sırtımı donup gece yatağımı kendim ısıtıyorsam, kendi ipime kendim tutunmam lazım kuyumdan çıkarken...

bitti...

peki


sessiz kaldığımız anları anlamlandırır "peki",
üç nokta gibi bir şey...
onun kadar geniş, bir o kadar büyük manâlı...


ten


Islaktı sokaklar,
karanlıktı kış
seni benden başkası bilmiyordu benim bildiğim kadar...
donuklaşan ellerin ne anlatıyordu bana?

'sana sırılsıklam aşığım'
ya da
'bırak beni soğuk yatağımda'


ses, söz, yazı

pazarları akşam uyan, sabaha kadar webde dur... msnden uzaklaş, yüzünü dök kitaba, sıkıl arada bir çık yeniden gir... manasız ölü vakitler biriktir.

çok güven birisine, bıraksın bir yerlerde sen hala uğraş didin durma, alıştığın şey bu senin... anılar biriktir... dondurma çubuğunu atma, elbisesinden sökülen yünü, fii tarihli otobüs biletini, biten parfümün şişesini sorarsa diye biri hatrını sakla, chatloglar gibi ctrl+f yap anılar üzerinde... faydasını görme mıhla kendini eskiye...

bara git hafta sonu, laf et dur. sen bir şey yapma öyle dur sayıkla yerinde... kes birisini, geç yanından laf etme... uzaktan bak gülümse , müziğine ver kendini, arkadaşını postala az evvelki gülümseyen kareye...

al makineni çekiştir sağı solu, kupanı al, makrolaş şarap kadehlerine, kadını çek , ağlat dondur kareni... photoshop öğren, logic öğren, aklın karışsın. sonra yine bara git...

aksın zaman


zamanın insanı bir yere bağlayıcılığından uzak olup , arzularından ödün vermesi yakın bile durmamalı bize.

iyiliklerde olup tebessüm dolu, içimiz dışımız bir zamanlarda olmak ümidiyle aksın zaman...
iyiliklerde, kendinden ödün vermeden ve severek yaşa kendini...

sen hiç bilmedin

dün yalnızlığımı ararken,
senden arta kalmış bir şeyler arasında,
bir acı buldum… orada yatıyordu öylece….


ben sensizliği kovalarken arka bahçemden bile,
ön kapıdan sesiz ağlar adımlarına duymaz kesildi kulaklarım…
ve….
bir kedi süzüldü gecenin soğuk, karanlık acısında çığlık çığlığa sokağa…

ben duymadım…
çöktüm olduğum yere…
ağladım…
sen dönmedin….

ben………
öldüm…

başkaları haber verdiler öldüğümü….
ve hiç bir zaman bilemedim, bunun ne denli bir şey olduğunu…
yaşarken ölüp, gittiğimde dönemeyeciğimin acılarında kaldığım vakit,
artık sen benden çıkıp, kendine eş düşen boylamında ilerlerken öylece,

ben öldüm….
sen bunu hiç bilmedin..

"di"li geçmiş zaman üzüntüleri

olduğumdan farklı kılmalıydım kendimi… biraz aynadaki o duru akışı değiştirip biraz da hayatın farkına varıp gelmeliydim o eski durduğum yere… senin belki öyle hoşuna gidecekti… Ama “di” işte…

içten dokunuşların hayatımdaki yerilerinin en önemlisini yitirdim çoktan… hangi duvara desem, tek bir cümle çıkmadı hiç birinden… hoş, kendim bile anlayamadım ya gidişini, onlar anlamış çok mu… çok sevmek öldürürmüş , bunu bilseydim keşke önceden… “soluksuz bırakırmış çok sevmek güzel bir kalbi”…

hayatımın şehrinde henüz acısını duymadığın onca yaşam var ki.. onlardan birisi de seninki. es geçip “boşver” dediğin …

insan kendini bırakır gider bazen… omuzları koca bir yük gibi biner vücüduna… ne dik durabilir ne de mücadele etmek ister bi’şeylerle… “varsın, böyle olsun, böyle devam etisin der”… böylesi beklentilerle dolu bir hayatta, kolu kanadı kırık bir kuş gibi bükülmeyi beklemek ne acı…

ne acı böyle umutsuz beklemek, tek bir söz için sabahlara dek…

yaşam sorusu

severek sarılmak mıdır yaşam, saldırarak savaşmak mı? hangisi daha bir gerçek duruyor önümüzde?

görsel yanılgı, algısal hata

kendimizi kandırdığımız bir nokta olduğunu düşündünüz mü hiç... gece yarısı 2'den sonra gelen bir dürtüyle...

sanal sohbetlerin, gırla giden smslerin ardında, elde kalanın aslında yalnızca 10 dakikaya sığdırılabilecek kadar sohbetlerin, gerisinin kuru laf salatalarının olduğunu farkedebilmek zor mudur şu zamanda? yüklemi, öznesi karman çormanlaştırılarak bir şeyler yapılmaya çalışıldığını saatler boyu... onca "q klavye" çalışmasının, "ışığı, efekti çoktan hazır edilmiş bir minik kamera"nın, birer görsel yanılgı, algısal hata olduğunu...

ner'den başlayıp nereye gideceğini az çok kestirdiğiniz ama "ne alakası var" larla bezenip, dile gelen tüm fırsatlarda; "ben marjinalim, ben farklıyım" takıntılarıyla cezbeden taraf olarak, "tüm ülke puanları"nı kesenize doldurup herkes gibi sıradan olunduğunu...

kendinize şöyle bir baktığınızda "kendini kandırım ne zamandır prim yapıyor web alemlerinde?" diye sorsanız, cevabını yine aynı doğru olmayan hallerde mi cevaplarsınız...

en süslü cümleyi kuran 1.cilik ödülünü alır(!) adlı, tadı belirsiz yarışmadan kaç dönem daha sıkılınmayacak acaba?

en zeki halinizi, en aptal oyunlarla tüketip, en mutlu olma zamanını, en boşa harcama benciliğine ne zaman bir son vereceksiniz...

sonu aynı, tadı bir zira

hayatın zor donemeclerinden gecerken, hali hazırda ilerleyen bir yaşamın olduğu bilinciyle, devamlılık gerekliliğine düşmüş olman ve bunu kendi yaşadıklarımla özdeşleştirmem, empatik yaklaşıp, ancak “anlayabiliyor” olmamın yetersizliği üzerinde çokca durmak lazım sanırım…

biri yaşar, diğeri anlamaya çalışır… “anlıyorum” der… anlamamıştır… herkesin derdi kendine en büyük… yapabilen, en yakın örneği kendinde benzeştirmeye çalışır… bir sayar…

sırlar verilir “kimseye anlatma ama ” denilmez…. gerek yoktur… her lafın üzerine birşeyler soylenmez… susulması gerekir bazen… laf kalabalığı etmek kimi anların üzerine, sakil durması en muhtemel an olur… en sessiz ânımız, en anladığımız hâlimiz olur… kalırız öyle… kalmalıyız da bir süre…

şaşırtmak için değil, asıl geride kalmış yanlışların, “halbuki” ler beraberinde, durup da görülmediği yere konulması gerekliliğinle gun yuzune cıkarılması, bizi şaşırtmanın çok ötesine götürür… dibine kadar bir şeye sıkı sıkıya bağlanmak, verdiği zararın üzerine büyük bir örtü örtülmesi kadar olağandır… senden aldıklarının farkına varma çabukluğu, verdiklerinin değerini bilmek ile aynı zorluktadır…

bunu bilmek, bundan kaçmak gerekir… görmezden geldikçe, kayıpların çetelesi bir hayli olur… sonu aynı, tadı birlerden farklı olsun ki, o zaman sarınılası olsun her ne varsa…

tuzu kuru

tuzu kuruların empati yapabilme olasılığı nedir?

bunun dünyanın en zayıf şeylerinden biri olduğunu biliyorsan ağlak olmanın bir manası da yoktur o zaman... restini dilinde tut... eksik etme kimseden hislerini...

isyankarlığını, en yakın arkadaşının bilmesi, içindeki büyük öfkeyi azaltacağı hissine de nereden kapıldın şimdi... vazgeçecek misin?

devam etmeyen var mı bu alışkanlığına? ona anlattıklarının yarısını söylesen kimilerinin yüzüne, aslında kaybedeceğin şeylerin içinde büyüyenden çok daha değersiz olduğunu anlamayacak mısın?

zamanı geçirme lüksün yokken... bu kayıp neden...

durma öyle...

bahaneler ve bunların götürdükleri

bahanelerimizi her bir olaya denk gelecek şekilde gayet de haklı ve mantıklı (!) olarak kendimize gore sıralamaktan geri kalmayız hiç… muhakkak engellerle dolu bir hayatımız, 24 saat içine sığmayan koşuşturmalarımız, sevdiklerimize zaman ayıramayacağımız bir hafta sonumuz, “şu hastalık bir geçsin de” tadında iş-guç geçiştirmelerimiz, bi yılbaşı, bir bayram ve benzeri vukuların engel teşkil edeceği dürtüsüyle ertemelerimiz, sonu gelmeyen bahanelerimiz var bizim…

bunlar hep olan, olacak şeyler… sağda solda… en içimizden, sokak köşesindeki dilenip para içinde yüzen adama kadar hepimizde var…

sevmediklerimiz sevip de dile getirmediklerimizden daha bir kabarık listemizde… hangi tatsızlığı halletmeye çalışmadık ki… ama ya yaptık mı guzel giden bişeyleri sorgulamadan devamını getirme girşimlerine çabalamayı… durduk kaldık öyle…

sevgililer günü

kendisinden pek emin zatların bir aşk besiciliği yaptığını sandığım "ben senin bildiğin kadınlardan değilim", "seni aşksız bırakmam " deyip, "sana onu unutturacağım" la devam eden bok püsür çöp tenekesi kıvamında mesajlar silsilesi bir gune bulaşmış durumdayız...

sevgilin yoksa yoktur, varsa vardır... bunu dunya meselesi haline getirip, "ben böyle gunun ta aq" tadında tadı kaçmış , kokuşmuş iletilerle ilgi çekmeye çalışan tiplerin, "aa tatlım senin gibi birinin nasıl olur da sevgilisi olmaz" iletisi beklentisiyle, yeni dehlizlere yelken açma amacı gütmekte olması hiç şaşılası değildir... nerde yaşadığımızı biliyoruz ve farkındayız yıllar yılı da böyle sürmeye devam edeceğini...

gecesinde partilere en sap halinizle gidip "gun bugundür " deyip, saldırı planınızı gerçekleştirme ve akabinde zafere ulaşma becerinizi(!) bir başarı sayıp, karşı tarafın sevgilisizlik psikolojisinden faydalanarak, en savunmasız anında girizgah yapılacak olması da çok olasıdır... bu da yadırganmaz artık... halen aynı yerdeyiz, aynı havayı soluyoruz...

bol bol , siyah kara kutuların izlenmesi, ibo şovda gerizekalı esprilere gülünüp, dansözle ibo arasındaki "relationshiplerin(!) sorgulanması, facebook da aradığını bulmaya çalışmaya gelmişlerin geçirdiği boş anlamsız zamanlar kadar "hiç" tir... öyle de olmaya devam edecektir...

bu burada olur... bir başka yerde değil... aynı şov programındaki "yiehhhyyy" lere gülünüp, sevgili adaylarına - ki asıl sen kendini aday listesine koymuşsundur sormadan, etmeden- mesajlar atılır... kısa mesaj çekmekten zaten diğer gunler felçten öteye gitmeyen parmaklarınızın sağlığı daha da bir tehlikeye girer... öğrenci hattı "copy-paste"e gayet de mümkün kıldığından bu tarz girişimleri ve de gönderilen kısmında tek bir isim olduğundan forward mesajdan sayılmaz bunlar... can hıraş uğraşımlar, son dakika golu(!) ve benzeri kazanımlar günün kârı olarak tarihteki yerini alır fazlasıyla...

bunlar "pardon bakar mısınız?" demenize bir an dönup bakacak "x" kişiden "y" kadarıdır... burda, yanıbaşımızda, içimizde, içimizden çıkan küçük çocuktadır...

ne mutlu bize...
aziz valentine'nin ruhu şad olsun...

dost dediğin

gittin sen ve geri dönmeyeceksin bir daha biliyorum…

aynı şehrin iki ayrı ucunda,aynı geceyi yaşayıp, aynı yağmurlarda ıslanarak, ayrı şeyler düşündüğümüzü biliyorum artık… her yalnızlığımda senin de yalnız olduğunu ve bunun seni ne kadar da korkutabileceğini düşünüyorum…bir telefon kadar yakın olman bile korkularımı yenmeme yardımcı olmuyor… zaten aramamı söylediğinden beri ısrarla,korkuyorum elimin telefona uzanmasından her seferinde… o yüzdendir daha bir endişeleniyorum sana ben…

Nerdesin demiyorum biliyorum çünkü nerde olduğunu…bensiz herhangi bir yerdesin şimdi ve eskisi gibi umrunda olmuyor kalbimi çalışların… çoktan fırlatıp atmış olduğun kalbimin kan kaybedişleri bile merhametini etkilemiyor artık…. her yalnızlığa, yanında sırf ben olmayayım diye alışmaya çalışıyorsun… sanki dünyanın en korkusuzu gibi davranınca yalnızlığın uğramayacağını düşünüyorsun sana… kimseye ihtiyacın yoktu belki ama ben çok sensiz kalmıştım ve olanca benliğimle sana ihtiyacım vardı… bunu biliyordun… bunun seni son görüşüm olduğu için, gözlerine daha fazla doymam gerektiğini bildiğim gibi, bu çaresizliğimi gözlerimden bile apaçık okuduğunu biliyordum ben… kelimeler tükenmişti dilimde ve son cümlen diyecek söz bırakmıyordu: ”elimden bir şey gelmiyor,unuttum her şeyi”

Çocuklar var sokağımda avazları çıktığı kadar bağırmanın çocukça bir şey olduğunu bilmeden çocukluklarını yaşayan çocuklar… senin de sokağın öyle mi? avaz avaz çocukluklarını yaşayabiliyorlar mı, bizim farkına vardığımızda zamanın çok gerisinde bırakmış olduğumuz çocukluğumuzu… ama en uslusu senin kızın değil mi yine, benim her zaman Hintli güzeline benzettiğim güzel kızın? sana benziyordu kızın, sen benzetemesen de bir türlü, sana bağlı olmasını istemesen de,sana benziyordu kızın…bir şeyi yapmak istemediğinizde ikinizin de yüzü aynı asılırdı ya da kahkahalarla gülerken aynı katılıp kalırdınız birbirinize benzeye benzeye…

Ama senin sokağın köpek dolu…geceden sabaha havlamaktan ve ulumaktan yorulmayan vahşi itlerle dolu sokağın… hiç sevmezdim onları. sanki onlar köpeklerin dost canlısı olduğunu bilmezmiş gibi ağızlarından salyalar akıtarak beklerdi kapı ağızlarında, sahiplerine itaatkar olduklarını göstermek istercesine… bir sokak yakınlığında olabilmek için onlara kafa tutup göğüs germeye hazırım şimdi…

Aynı şehrin iki ayrı ucunda,aynı geceyi yaşayıp,aynı yağmurlarda ıslanarak birbirimizden habersiz,artık korkularımızın aynı olup olmadığını bilmediğim gibi, her ümitsizliğimde bir sevgili mi yoksa bir dost mu en iyi sığınak olur, bunu da bilmiyordum… sen benim en iyi dostumdun ve dostlar sevgili olamazlardı sana göre…

en sonuncu renk... 2062600097

ben sana ne çok demiştim, üzülmemek senin elinde diye... düşlerini zarar görebilmesi için umumi bir yola bıraktın ve kenara çekilip izledin üzerinden geçip gitmelerini... ezsinler, sürün ama yine de devam et tutunmaya çalışmaya...

sanırım bu hep böyle oluyor...
seni üzen bir dal varsa ona konmak daha bir güzel sanki...
anlayamıyorum işte...

istemedin ama kurtarmadın da kendini bütün bunlardan... yalan söylemediğin ama anlatmadığın hallerin gibi... bir de "ben ne yaptım ki" deyişlerin...

ne çok üzülüyorum senin için... saflığın seni nerelere götürüyor...
ben biliyorum bir tek... kalsın da öyle...

sen anlatıyorsun ve ben hep seni içimde saplı müthiş ağrılarla dinliyorum... ısrarla, sadece kendi diyeceğini bilip, odaklanır hallerde, belli etmeden ince ince deşiyorsun beni...

sen benim alışkın olduğum güzel vakitlerin en sonuncususun...

kaybettim sanırım o rengi adında kalmış seni...

2062600097


kırar geçersin...
rengini kaybettim ve geri gelmez şimdi bilirim...
bugün gördüm bunu...
sorsa mıydın yine de ya da ne yapmalıydım bilmiyorum...



üzgünüm...
senin gibi değilim ne yazık...

şehr-i kasvet

acılar şehri dediğimiz yer kalbimizin içiymiş... uzak diyarlara gitmenin pek bir, hatta hiç bir manası yokmuş içe gömülmüş acılardan kurtulmak için...

biz bi salaklık etmişiz, kopmuşuz uzaklara evimizden... ev yok, dert çok, acı bir hayli, düzelmeye çalışıyoruz şimdi döküle döküle...

kendi eden kendi bulur....
bak bunu biliyorduk da, geç oldu kendimize söylemek için...

tüm şehir

tüm şehir gözlerimin önünden akıyor zaman zaman... kandırılmış olmanın, yalanlara göz yaşı dökmüş olmamın, gidip de dönmeyenin kahkahalarında can hıraş kalmış olmanın utancı, yenilmişliği, gurur ezikliği , her ne varsa oldu bu dünyamda... hiç beklemezdimden daha çok daha ne gelecek diye bekler oldum adım adım....

yeni bir yıla kandırılmışlıklarla girmek, yalanların orta yerinde küstah bakışlar altında eğlenilmenin tozu dumana katılmışlık üzüntüsünde kalmak, devamının da daha nicelerine gebe olduğunun göstergesi olsa gerek....

ve böyle gider olur tüm öyküler....

biri hep son kahkahasını atar neşeler içinde...

bedenen, ruhen...

kimlere mutluluk veriyor bedenin... kimlerin küçük oyunlarının bir parçasısın... elinde kırmızı bir kurdele ve birer birer bırakıyorsun ardına, birileri eğilip versin diye sonra kendi dokunuşlarıyla... sen bırak bir yerlerde küçük kırıntıları, köpeklerin getirir ne de olsa...

Herkes güzel değil mi... herkes senin için aynanın arkasındaki o beklediğin yüz... senin yüzün olmaya çalışan yüzlerce saçmalık değil mi her biri? Biliyorsun değil mi bunun böyle olduğunu? köpeklerin seni bekliyorlar kapının önünde başlarını okşamanı nasıl olsa...

sonra ateşe verip, hırpalanırken ruhun, çekip gidiyorsun olduğun yerden ve bilmiyorsun hala ne saçmalıklar içinde, gününün aslında mutluluklardan çok uzak olduğunu...

acılarımız

Acılarımız ne kadar da sadıktı bize, sanki bizden birer parça gibiydiler hepsi. Sevgilerimizse birer kiracıydı adeta... Zaptedemiyorduk bir türlü onları. Geldikleri gibi gidiyorlardı, elimizden hiç bir şey gelmiyordu....

Niye

"'Niye gidiyorsun?' diye sorardık hep, 'Niye seviyorsun?' diye
degil... 'Niye gidiyorsun, sana bunca alismi$ken... Sen bunca
ali$kanligim olmu$ken niye birakiyorsun beni?'...

Hep kötüyü ögrenmek zorundaydik. Hep terkedilmeleri, cekip gitmeleri
sorgulamak zorundaydik... Iyiyi sormazdik hic... Sebebini ögrenip
o güzelligi bir kez daha yasamak isimize gelmezdi... Nasil olsa
seviyordu ve bunu sorgulamaya hic gerek yoktu kimimimize göre..."

hazır olmak

koca bir sıfır uzaktan gelişini vurduğunda bize, buna hazırlamalıyız kendimizi... Uzun bir süre bunun farkındalığıyla yaşamalıyız...

alışıla gelmiş, hep gidecek, hiç bitmeyecekmiş gibi değil de, gittiğinde esamemiz bile okunmayacak kadar bitap düşmeye, o büyük hezimetin bizi götürüp bir daha bu diyarlara ayak bastirmayacak kadar acilar cektireceğinin bilinciyle, akibetimizi bile hatırlayamayacak kadar şuursuzluğa kapılmaya hazırlamalıyız kalbimizi...

ama bunu yapabilmek ne kadar güç gösterisi demek, onu da bilmeliyiz en başından...

zaman

"zamanın farkına varmadan yanımızdan geçmesine izin veriyoruz.... ya da göz mü yumuyoruz tüm bunlara nedir... bilmiyoruz

değişik bir ruh halindeyiz... isteklerimizi bağırmaktan korkar bir halde ama yerlerde de sürünür bir acıda mahvediyoruz kendimizi...

mutluluğun tüm ince hallerini sıkı bir elekten geçirip acıları yüzümüze vuruyoruz ve terkedip gitme zamanını bekliyoruz tüm ince halli ruhlardan kaçarcasına...

farkında olmanın hazzını yaşayıp,
acıtmanın,
kim bilir belki haklılığını anlatıyoruz kendimize kelime kelime...

bunu bir biz görürüz bize ne kadar da uzak olsa...

birimiz acısını yaşar,
birimiz bunu bilir bir halde..."

Home Studio Genel Bilgi


Öncelikle bilgisayarla müzikte kafamıza takılan “Nasıl bir sistem kurmalıyım, bilgisayarım bu işler için yeterli mi, kayıt kalitesi nasıl olacak ve (belki de en önemlisi) bu işin bana maliyeti ne olacak?” gibi sorular bizi bu işten uzaklaştırmakta… Hiç üzülmeyin, bu işleri yapmak, yoktan bir şeyi var etmekten ( bir beste yapmak gibi) inanın daha kolay…

Mümkünat çerçevesinde olan şeyler;

Nelerin mümkün olduğu konusuna bir değinecek olursak “Jean Michelle Jearre” zatının son albümü olduğu gibi bilgisayar alt yapılı hazırlanmış… Tabi masrafa masraf demeden herkes yapabilir böyle şeyler… Ama bizim aradığımız,  aksine pahada hafif yükte ağır şeylerse bu bilgi bir kulağımızdan girip öbüründen çıkar gider…


* Bilgisayarımıza gerçek sesleri (audio) kaydetmek mümkün…

* Bilgisayara harici elektronik müzik enstrumanlarının MIDI sinyallerini kayıt etmek mümkün. AUDIO ve MIDI'yi bir kez bilgisayara aldıktan sonra bunları kesip yapıştırıp, kopyalamak yani düzenlemek mümkün…( En basit anlamı ile MIDI müzik enstrumanlarının bilgisayar ve birbirleri ile veri alışverişini sağlayan bir protokoldür, yani sen cihazdan basıyorsun sinyaller sana istediğin ses olarak geri dönüyor)

* Harici müzik enstrümanlarınız yoksa bir takım programlarla bilgisayarın o sesleri çıkarmasını sağlamanız mümkün. (Virtual instruments veya software sampler'lar ile) yaptığınız müziği (yanlızca MIDI kısmının) notaya dökmeniz mümkün…


Öyle ki bir sampler aleti ile elinizdeki midi enstürmanınızdan yolladığınız sinyal ile koca bir yaylılar grubunu avuçlarınız içine alabilirsiniz…


Bitler ve Frekanslar

Eğer bilgisayarınızda canlı kayıt (enstürman ve vokal) yapacaksanız ses kartınızın kayıt kalitesinin iyi sonuçlar doğurması kalitesine bağlı olacaktır… Günümüzde on-board (tümleşik) ses kartlarının hemen hepsi çoğu 16bit/44.1khz kalitesindedir ve satın alıp dinlediğimiz tüm müzik CD'leri 16-bit 44.1 kHz lik kayıtlar içermektedir) (Ama bu demek değildir ki biz de kayıtlarımızda “albüm sound”unda sonuçlar alacağız…)
Teknolojik devrimin getirdiklerine şöyle bir baktığımızda artık günümüzde artık 24-bit ses kartları bulmak mümkün(örn: m-audio audiophile 24bit/96 khz). Aradaki bu 8-bit lik fark ses kalitesi üzerinde inanılmaz bir artış sağlamıştır. "bit" adedinden bahsedildiğinde asıl anlaşılan, kartın sesleri dijital ortama aktarırken her bir ses örneğini parçaladığı bilginin yoğunluğudur.

Diyeceksiniz ki, sonuçta yapılan çalışmalar CD ye basıldığında 16-bit olarak transfer ediliyorlar, peki neden 24-bit? herşeyden önce analog ortamdan dijital ortama geçilirken en yüksek hassasiyette bilgi aktarılması, aktarım sırasındaki kayıpları minimize eder, daha sonra bu bilgiler üzerinde yapılan çalışmaların hepsi 24-bit üzerinden yapılacağından daha geniş bir çalışma alanı sağlanmış olur. İş CD'ye aktarım noktasına geldiğinde dithering denilen bir işlem ile veriler 24-bit ten 16-bit'e indirgenir. Bizde de zaten 16/44 varsa dönüşümü siz düşünün artık…

Peki ya nedir bu “frekans” (frequency”) dediğimizdeyse de sesin kalitesini belirleyen tek unsurun bit adedi olmadığının farkına varıyoruz. Hemen hemen aynı önemi taşıyan örnekleme frekansı kriteri de ses üzerinde ciddi etki yaratır. Örnekleme frekansının anlamı, ses sinyalinin dijital ortama aktarıldığı sırada ne kadar sıklıkta örneğinin alınması gerektiğidir. Örneğin 44.1 kHz denildiğinde 1 saniyelik bir dönüştürme sırasında ses sinyalinin 44.100 adet örneği alınmaktadır. Fiziksel formüller ile ispatlandığı üzere, insan kulağının max. 22.05 kHz duyabildiği kabul edilecek olursa, dijital ortama aktarılmış bir sesin fark edilemeyecek kadar az kayıpla tekrar analog şekle dönüştürülebilmesi için 22.05 kHz nin iki katı yani 44.1kHz ile örnekleme yapılmalıdır. Günümüzde 32, 44.1, 48 ve artık 96/192kHz frekansları standart olmuştur. 96kHz şimdilik yanlızca profesyonel kalitedeki ses kartlarında mevcuttur...


not: bu yazı akdeniz üniversitesi'de yayımlanacak olan "Müzikotek" dergisi için yazılmış... internet üzerindeki nadide copy-paste'lerden olmayan bir yazıdır...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...