deli saçması

deli olduğumu mu düşünüyorsunuz hala? saçma sapan alışkanlıklarımdan kurtulamadığım zamanlarımda hep birilerine sığınma dürtümün sapkın hayallerimden mütevellit olmadığını idrak etmeniz için daha ne kadar ruhsal taviz vermeliyim size....

kimi kimseyle kıyasladığım yok. sanki bütün paranoyalar benden çıkmış gibi... hep siz geldiniz benim üstüme... siz bocalattınız düz yolda bile yürümemi zorlaştırarak... neresinde olduğumu bilmiyorum... birileri ötede bağrışıyor, öfkeli kalabalık daha mesaisinden çıkmamamış, henüz yeni yeni geriliyor ortalık...

... ben neresindeyim bilmiyorum ki... çekip almak lazım, tutup atmak lazım birilerini...

dengemi yitirmiş olduğumu söylemiştim... kimse tutmazsa ben nasıl kalkayım şimdi... tüm destekler para değil ki öğrenemediniz mi bunu...?

adam olma zorunluluğu

Hep birileri gibi olmak zorundaydık... Eğer o birileri gibi olursak, işte o zaman severlerdi bizi, o benzemeye çalıştığımız birileri gibi... Kendimiz gibi olmaya çalıştıkça, sevgi uzaklaşacakmış gibi gelirdi bize... Çünkü biz en çekilmeziydik ve kendimiz gibi olursak, yalnızlık ömür boyu olacaktı onların nazarında... Kurtulmak gerekirdi bütün bunlardan ama yapamıyorduk...


Nicelerine hayatın en çetin derslerini verirken, unutuyorduk kendimize de bir şeyler almayı ve zedeleniyordu git gide kalplerimiz... Onarılamıyordu bu derin yara... Kimse bilmiyordu nasıl dokunulacağını en hassas yerimize... Yine bize düşüyordu en diplere dalıp kendimizi çekerken, hayatın dersini kendimize de vermeyi bir yandan...


Adam gibi olursak o zaman takdir ederlerdi bizi. O zaman terkedip gidenler geri gelirdi... Kim nerede bırakmışsa bizi, aynı o yerden devam ederdi elimizden tutup... Adam gibi olursak eğer... Neydi ki adamın tanımı, adamlığın tanımı? Her birine göre farklı bir adam mı olmak zorundaydık...


Adam olan bizdik ve bizim gözümüzde onlar mı değişmeliydi yoksa? Öyle olmaya çalışırken ve belki de olmamız gereken bir 'biz' olurken giderek, şimdiki bizi nerelere atardık, ihtiyacımız olduğunda tek sığınağımız olan benliğimizi....



Hiç merak ediyor muyduk bunları? Her birine göre değişmeye çalıştıkça ne kadar 'biz' kalabilirdik böyle? Yoksa gerçekten değişmek mi zorundaydık? Zaman geçtikçe gerisinde mi kalıyorduk değişimin?

Bunu bilmek zorundaydık...

düğüm

zor bir kararı almanın eşiğinde , yapılacak şeyleri danışacak kimseleri yanıbaşınında bulamamanın telaşıyla, yüze göze bulaştırılan ani fikirler kalabalığında bulursun kendini...

bencillikten yana epey bir yol katetmiş bir başkası senin beynini okuyamayacağı için, sorarsın ve yine kendi bildiğini okursun... manası var mı o zaman zihin yorup da aynı şeyleri tekerrür etmenin... biri seni bir yerlere bağladıysa ve düğümün ucunu da senin eline verdiyse , bahanen bağlı olmak mı, cesaretsizliğinden söküp atamamak mı kördüğümünü?

kimse seni tutup getirmedi bu bahçeye... "bak yeşilikler seni sever, sen de zamanla onlara alışırsın" demedi... gitmek neden bu kadar zor öyleyse?... gözü karalığı insan bir kere mi kullanabiliyor hayatında? başka bir joker hakkı yokmu?

dahasını cebinden çıkarıp devam etse... kendine hoşluk katsa... mutlu olsa, aynaya baktığında her seferinde daha bir güzel vursa yüzünü yüzüne...belki kırılır, kırılması gerekenler...

şimdi... "ben sana demiştim"ler içinde zihnimi arı tutmam lazım... eğer sırtımı donup gece yatağımı kendim ısıtıyorsam, kendi ipime kendim tutunmam lazım kuyumdan çıkarken...

bitti...

peki


sessiz kaldığımız anları anlamlandırır "peki",
üç nokta gibi bir şey...
onun kadar geniş, bir o kadar büyük manâlı...


ten


Islaktı sokaklar,
karanlıktı kış
seni benden başkası bilmiyordu benim bildiğim kadar...
donuklaşan ellerin ne anlatıyordu bana?

'sana sırılsıklam aşığım'
ya da
'bırak beni soğuk yatağımda'


ses, söz, yazı

pazarları akşam uyan, sabaha kadar webde dur... msnden uzaklaş, yüzünü dök kitaba, sıkıl arada bir çık yeniden gir... manasız ölü vakitler biriktir.

çok güven birisine, bıraksın bir yerlerde sen hala uğraş didin durma, alıştığın şey bu senin... anılar biriktir... dondurma çubuğunu atma, elbisesinden sökülen yünü, fii tarihli otobüs biletini, biten parfümün şişesini sorarsa diye biri hatrını sakla, chatloglar gibi ctrl+f yap anılar üzerinde... faydasını görme mıhla kendini eskiye...

bara git hafta sonu, laf et dur. sen bir şey yapma öyle dur sayıkla yerinde... kes birisini, geç yanından laf etme... uzaktan bak gülümse , müziğine ver kendini, arkadaşını postala az evvelki gülümseyen kareye...

al makineni çekiştir sağı solu, kupanı al, makrolaş şarap kadehlerine, kadını çek , ağlat dondur kareni... photoshop öğren, logic öğren, aklın karışsın. sonra yine bara git...

aksın zaman


zamanın insanı bir yere bağlayıcılığından uzak olup , arzularından ödün vermesi yakın bile durmamalı bize.

iyiliklerde olup tebessüm dolu, içimiz dışımız bir zamanlarda olmak ümidiyle aksın zaman...
iyiliklerde, kendinden ödün vermeden ve severek yaşa kendini...

sen hiç bilmedin

dün yalnızlığımı ararken,
senden arta kalmış bir şeyler arasında,
bir acı buldum… orada yatıyordu öylece….


ben sensizliği kovalarken arka bahçemden bile,
ön kapıdan sesiz ağlar adımlarına duymaz kesildi kulaklarım…
ve….
bir kedi süzüldü gecenin soğuk, karanlık acısında çığlık çığlığa sokağa…

ben duymadım…
çöktüm olduğum yere…
ağladım…
sen dönmedin….

ben………
öldüm…

başkaları haber verdiler öldüğümü….
ve hiç bir zaman bilemedim, bunun ne denli bir şey olduğunu…
yaşarken ölüp, gittiğimde dönemeyeciğimin acılarında kaldığım vakit,
artık sen benden çıkıp, kendine eş düşen boylamında ilerlerken öylece,

ben öldüm….
sen bunu hiç bilmedin..

"di"li geçmiş zaman üzüntüleri

olduğumdan farklı kılmalıydım kendimi… biraz aynadaki o duru akışı değiştirip biraz da hayatın farkına varıp gelmeliydim o eski durduğum yere… senin belki öyle hoşuna gidecekti… Ama “di” işte…

içten dokunuşların hayatımdaki yerilerinin en önemlisini yitirdim çoktan… hangi duvara desem, tek bir cümle çıkmadı hiç birinden… hoş, kendim bile anlayamadım ya gidişini, onlar anlamış çok mu… çok sevmek öldürürmüş , bunu bilseydim keşke önceden… “soluksuz bırakırmış çok sevmek güzel bir kalbi”…

hayatımın şehrinde henüz acısını duymadığın onca yaşam var ki.. onlardan birisi de seninki. es geçip “boşver” dediğin …

insan kendini bırakır gider bazen… omuzları koca bir yük gibi biner vücüduna… ne dik durabilir ne de mücadele etmek ister bi’şeylerle… “varsın, böyle olsun, böyle devam etisin der”… böylesi beklentilerle dolu bir hayatta, kolu kanadı kırık bir kuş gibi bükülmeyi beklemek ne acı…

ne acı böyle umutsuz beklemek, tek bir söz için sabahlara dek…

yaşam sorusu

severek sarılmak mıdır yaşam, saldırarak savaşmak mı? hangisi daha bir gerçek duruyor önümüzde?

görsel yanılgı, algısal hata

kendimizi kandırdığımız bir nokta olduğunu düşündünüz mü hiç... gece yarısı 2'den sonra gelen bir dürtüyle...

sanal sohbetlerin, gırla giden smslerin ardında, elde kalanın aslında yalnızca 10 dakikaya sığdırılabilecek kadar sohbetlerin, gerisinin kuru laf salatalarının olduğunu farkedebilmek zor mudur şu zamanda? yüklemi, öznesi karman çormanlaştırılarak bir şeyler yapılmaya çalışıldığını saatler boyu... onca "q klavye" çalışmasının, "ışığı, efekti çoktan hazır edilmiş bir minik kamera"nın, birer görsel yanılgı, algısal hata olduğunu...

ner'den başlayıp nereye gideceğini az çok kestirdiğiniz ama "ne alakası var" larla bezenip, dile gelen tüm fırsatlarda; "ben marjinalim, ben farklıyım" takıntılarıyla cezbeden taraf olarak, "tüm ülke puanları"nı kesenize doldurup herkes gibi sıradan olunduğunu...

kendinize şöyle bir baktığınızda "kendini kandırım ne zamandır prim yapıyor web alemlerinde?" diye sorsanız, cevabını yine aynı doğru olmayan hallerde mi cevaplarsınız...

en süslü cümleyi kuran 1.cilik ödülünü alır(!) adlı, tadı belirsiz yarışmadan kaç dönem daha sıkılınmayacak acaba?

en zeki halinizi, en aptal oyunlarla tüketip, en mutlu olma zamanını, en boşa harcama benciliğine ne zaman bir son vereceksiniz...

sonu aynı, tadı bir zira

hayatın zor donemeclerinden gecerken, hali hazırda ilerleyen bir yaşamın olduğu bilinciyle, devamlılık gerekliliğine düşmüş olman ve bunu kendi yaşadıklarımla özdeşleştirmem, empatik yaklaşıp, ancak “anlayabiliyor” olmamın yetersizliği üzerinde çokca durmak lazım sanırım…

biri yaşar, diğeri anlamaya çalışır… “anlıyorum” der… anlamamıştır… herkesin derdi kendine en büyük… yapabilen, en yakın örneği kendinde benzeştirmeye çalışır… bir sayar…

sırlar verilir “kimseye anlatma ama ” denilmez…. gerek yoktur… her lafın üzerine birşeyler soylenmez… susulması gerekir bazen… laf kalabalığı etmek kimi anların üzerine, sakil durması en muhtemel an olur… en sessiz ânımız, en anladığımız hâlimiz olur… kalırız öyle… kalmalıyız da bir süre…

şaşırtmak için değil, asıl geride kalmış yanlışların, “halbuki” ler beraberinde, durup da görülmediği yere konulması gerekliliğinle gun yuzune cıkarılması, bizi şaşırtmanın çok ötesine götürür… dibine kadar bir şeye sıkı sıkıya bağlanmak, verdiği zararın üzerine büyük bir örtü örtülmesi kadar olağandır… senden aldıklarının farkına varma çabukluğu, verdiklerinin değerini bilmek ile aynı zorluktadır…

bunu bilmek, bundan kaçmak gerekir… görmezden geldikçe, kayıpların çetelesi bir hayli olur… sonu aynı, tadı birlerden farklı olsun ki, o zaman sarınılası olsun her ne varsa…

tuzu kuru

tuzu kuruların empati yapabilme olasılığı nedir?

bunun dünyanın en zayıf şeylerinden biri olduğunu biliyorsan ağlak olmanın bir manası da yoktur o zaman... restini dilinde tut... eksik etme kimseden hislerini...

isyankarlığını, en yakın arkadaşının bilmesi, içindeki büyük öfkeyi azaltacağı hissine de nereden kapıldın şimdi... vazgeçecek misin?

devam etmeyen var mı bu alışkanlığına? ona anlattıklarının yarısını söylesen kimilerinin yüzüne, aslında kaybedeceğin şeylerin içinde büyüyenden çok daha değersiz olduğunu anlamayacak mısın?

zamanı geçirme lüksün yokken... bu kayıp neden...

durma öyle...

bahaneler ve bunların götürdükleri

bahanelerimizi her bir olaya denk gelecek şekilde gayet de haklı ve mantıklı (!) olarak kendimize gore sıralamaktan geri kalmayız hiç… muhakkak engellerle dolu bir hayatımız, 24 saat içine sığmayan koşuşturmalarımız, sevdiklerimize zaman ayıramayacağımız bir hafta sonumuz, “şu hastalık bir geçsin de” tadında iş-guç geçiştirmelerimiz, bi yılbaşı, bir bayram ve benzeri vukuların engel teşkil edeceği dürtüsüyle ertemelerimiz, sonu gelmeyen bahanelerimiz var bizim…

bunlar hep olan, olacak şeyler… sağda solda… en içimizden, sokak köşesindeki dilenip para içinde yüzen adama kadar hepimizde var…

sevmediklerimiz sevip de dile getirmediklerimizden daha bir kabarık listemizde… hangi tatsızlığı halletmeye çalışmadık ki… ama ya yaptık mı guzel giden bişeyleri sorgulamadan devamını getirme girşimlerine çabalamayı… durduk kaldık öyle…

sevgililer günü

kendisinden pek emin zatların bir aşk besiciliği yaptığını sandığım "ben senin bildiğin kadınlardan değilim", "seni aşksız bırakmam " deyip, "sana onu unutturacağım" la devam eden bok püsür çöp tenekesi kıvamında mesajlar silsilesi bir gune bulaşmış durumdayız...

sevgilin yoksa yoktur, varsa vardır... bunu dunya meselesi haline getirip, "ben böyle gunun ta aq" tadında tadı kaçmış , kokuşmuş iletilerle ilgi çekmeye çalışan tiplerin, "aa tatlım senin gibi birinin nasıl olur da sevgilisi olmaz" iletisi beklentisiyle, yeni dehlizlere yelken açma amacı gütmekte olması hiç şaşılası değildir... nerde yaşadığımızı biliyoruz ve farkındayız yıllar yılı da böyle sürmeye devam edeceğini...

gecesinde partilere en sap halinizle gidip "gun bugundür " deyip, saldırı planınızı gerçekleştirme ve akabinde zafere ulaşma becerinizi(!) bir başarı sayıp, karşı tarafın sevgilisizlik psikolojisinden faydalanarak, en savunmasız anında girizgah yapılacak olması da çok olasıdır... bu da yadırganmaz artık... halen aynı yerdeyiz, aynı havayı soluyoruz...

bol bol , siyah kara kutuların izlenmesi, ibo şovda gerizekalı esprilere gülünüp, dansözle ibo arasındaki "relationshiplerin(!) sorgulanması, facebook da aradığını bulmaya çalışmaya gelmişlerin geçirdiği boş anlamsız zamanlar kadar "hiç" tir... öyle de olmaya devam edecektir...

bu burada olur... bir başka yerde değil... aynı şov programındaki "yiehhhyyy" lere gülünüp, sevgili adaylarına - ki asıl sen kendini aday listesine koymuşsundur sormadan, etmeden- mesajlar atılır... kısa mesaj çekmekten zaten diğer gunler felçten öteye gitmeyen parmaklarınızın sağlığı daha da bir tehlikeye girer... öğrenci hattı "copy-paste"e gayet de mümkün kıldığından bu tarz girişimleri ve de gönderilen kısmında tek bir isim olduğundan forward mesajdan sayılmaz bunlar... can hıraş uğraşımlar, son dakika golu(!) ve benzeri kazanımlar günün kârı olarak tarihteki yerini alır fazlasıyla...

bunlar "pardon bakar mısınız?" demenize bir an dönup bakacak "x" kişiden "y" kadarıdır... burda, yanıbaşımızda, içimizde, içimizden çıkan küçük çocuktadır...

ne mutlu bize...
aziz valentine'nin ruhu şad olsun...

dost dediğin

gittin sen ve geri dönmeyeceksin bir daha biliyorum…

aynı şehrin iki ayrı ucunda,aynı geceyi yaşayıp, aynı yağmurlarda ıslanarak, ayrı şeyler düşündüğümüzü biliyorum artık… her yalnızlığımda senin de yalnız olduğunu ve bunun seni ne kadar da korkutabileceğini düşünüyorum…bir telefon kadar yakın olman bile korkularımı yenmeme yardımcı olmuyor… zaten aramamı söylediğinden beri ısrarla,korkuyorum elimin telefona uzanmasından her seferinde… o yüzdendir daha bir endişeleniyorum sana ben…

Nerdesin demiyorum biliyorum çünkü nerde olduğunu…bensiz herhangi bir yerdesin şimdi ve eskisi gibi umrunda olmuyor kalbimi çalışların… çoktan fırlatıp atmış olduğun kalbimin kan kaybedişleri bile merhametini etkilemiyor artık…. her yalnızlığa, yanında sırf ben olmayayım diye alışmaya çalışıyorsun… sanki dünyanın en korkusuzu gibi davranınca yalnızlığın uğramayacağını düşünüyorsun sana… kimseye ihtiyacın yoktu belki ama ben çok sensiz kalmıştım ve olanca benliğimle sana ihtiyacım vardı… bunu biliyordun… bunun seni son görüşüm olduğu için, gözlerine daha fazla doymam gerektiğini bildiğim gibi, bu çaresizliğimi gözlerimden bile apaçık okuduğunu biliyordum ben… kelimeler tükenmişti dilimde ve son cümlen diyecek söz bırakmıyordu: ”elimden bir şey gelmiyor,unuttum her şeyi”

Çocuklar var sokağımda avazları çıktığı kadar bağırmanın çocukça bir şey olduğunu bilmeden çocukluklarını yaşayan çocuklar… senin de sokağın öyle mi? avaz avaz çocukluklarını yaşayabiliyorlar mı, bizim farkına vardığımızda zamanın çok gerisinde bırakmış olduğumuz çocukluğumuzu… ama en uslusu senin kızın değil mi yine, benim her zaman Hintli güzeline benzettiğim güzel kızın? sana benziyordu kızın, sen benzetemesen de bir türlü, sana bağlı olmasını istemesen de,sana benziyordu kızın…bir şeyi yapmak istemediğinizde ikinizin de yüzü aynı asılırdı ya da kahkahalarla gülerken aynı katılıp kalırdınız birbirinize benzeye benzeye…

Ama senin sokağın köpek dolu…geceden sabaha havlamaktan ve ulumaktan yorulmayan vahşi itlerle dolu sokağın… hiç sevmezdim onları. sanki onlar köpeklerin dost canlısı olduğunu bilmezmiş gibi ağızlarından salyalar akıtarak beklerdi kapı ağızlarında, sahiplerine itaatkar olduklarını göstermek istercesine… bir sokak yakınlığında olabilmek için onlara kafa tutup göğüs germeye hazırım şimdi…

Aynı şehrin iki ayrı ucunda,aynı geceyi yaşayıp,aynı yağmurlarda ıslanarak birbirimizden habersiz,artık korkularımızın aynı olup olmadığını bilmediğim gibi, her ümitsizliğimde bir sevgili mi yoksa bir dost mu en iyi sığınak olur, bunu da bilmiyordum… sen benim en iyi dostumdun ve dostlar sevgili olamazlardı sana göre…

en sonuncu renk... 2062600097

ben sana ne çok demiştim, üzülmemek senin elinde diye... düşlerini zarar görebilmesi için umumi bir yola bıraktın ve kenara çekilip izledin üzerinden geçip gitmelerini... ezsinler, sürün ama yine de devam et tutunmaya çalışmaya...

sanırım bu hep böyle oluyor...
seni üzen bir dal varsa ona konmak daha bir güzel sanki...
anlayamıyorum işte...

istemedin ama kurtarmadın da kendini bütün bunlardan... yalan söylemediğin ama anlatmadığın hallerin gibi... bir de "ben ne yaptım ki" deyişlerin...

ne çok üzülüyorum senin için... saflığın seni nerelere götürüyor...
ben biliyorum bir tek... kalsın da öyle...

sen anlatıyorsun ve ben hep seni içimde saplı müthiş ağrılarla dinliyorum... ısrarla, sadece kendi diyeceğini bilip, odaklanır hallerde, belli etmeden ince ince deşiyorsun beni...

sen benim alışkın olduğum güzel vakitlerin en sonuncususun...

kaybettim sanırım o rengi adında kalmış seni...

2062600097


kırar geçersin...
rengini kaybettim ve geri gelmez şimdi bilirim...
bugün gördüm bunu...
sorsa mıydın yine de ya da ne yapmalıydım bilmiyorum...



üzgünüm...
senin gibi değilim ne yazık...

şehr-i kasvet

acılar şehri dediğimiz yer kalbimizin içiymiş... uzak diyarlara gitmenin pek bir, hatta hiç bir manası yokmuş içe gömülmüş acılardan kurtulmak için...

biz bi salaklık etmişiz, kopmuşuz uzaklara evimizden... ev yok, dert çok, acı bir hayli, düzelmeye çalışıyoruz şimdi döküle döküle...

kendi eden kendi bulur....
bak bunu biliyorduk da, geç oldu kendimize söylemek için...

tüm şehir

tüm şehir gözlerimin önünden akıyor zaman zaman... kandırılmış olmanın, yalanlara göz yaşı dökmüş olmamın, gidip de dönmeyenin kahkahalarında can hıraş kalmış olmanın utancı, yenilmişliği, gurur ezikliği , her ne varsa oldu bu dünyamda... hiç beklemezdimden daha çok daha ne gelecek diye bekler oldum adım adım....

yeni bir yıla kandırılmışlıklarla girmek, yalanların orta yerinde küstah bakışlar altında eğlenilmenin tozu dumana katılmışlık üzüntüsünde kalmak, devamının da daha nicelerine gebe olduğunun göstergesi olsa gerek....

ve böyle gider olur tüm öyküler....

biri hep son kahkahasını atar neşeler içinde...

bedenen, ruhen...

kimlere mutluluk veriyor bedenin... kimlerin küçük oyunlarının bir parçasısın... elinde kırmızı bir kurdele ve birer birer bırakıyorsun ardına, birileri eğilip versin diye sonra kendi dokunuşlarıyla... sen bırak bir yerlerde küçük kırıntıları, köpeklerin getirir ne de olsa...

Herkes güzel değil mi... herkes senin için aynanın arkasındaki o beklediğin yüz... senin yüzün olmaya çalışan yüzlerce saçmalık değil mi her biri? Biliyorsun değil mi bunun böyle olduğunu? köpeklerin seni bekliyorlar kapının önünde başlarını okşamanı nasıl olsa...

sonra ateşe verip, hırpalanırken ruhun, çekip gidiyorsun olduğun yerden ve bilmiyorsun hala ne saçmalıklar içinde, gününün aslında mutluluklardan çok uzak olduğunu...

acılarımız

Acılarımız ne kadar da sadıktı bize, sanki bizden birer parça gibiydiler hepsi. Sevgilerimizse birer kiracıydı adeta... Zaptedemiyorduk bir türlü onları. Geldikleri gibi gidiyorlardı, elimizden hiç bir şey gelmiyordu....

Niye

"'Niye gidiyorsun?' diye sorardık hep, 'Niye seviyorsun?' diye
degil... 'Niye gidiyorsun, sana bunca alismi$ken... Sen bunca
ali$kanligim olmu$ken niye birakiyorsun beni?'...

Hep kötüyü ögrenmek zorundaydik. Hep terkedilmeleri, cekip gitmeleri
sorgulamak zorundaydik... Iyiyi sormazdik hic... Sebebini ögrenip
o güzelligi bir kez daha yasamak isimize gelmezdi... Nasil olsa
seviyordu ve bunu sorgulamaya hic gerek yoktu kimimimize göre..."

hazır olmak

koca bir sıfır uzaktan gelişini vurduğunda bize, buna hazırlamalıyız kendimizi... Uzun bir süre bunun farkındalığıyla yaşamalıyız...

alışıla gelmiş, hep gidecek, hiç bitmeyecekmiş gibi değil de, gittiğinde esamemiz bile okunmayacak kadar bitap düşmeye, o büyük hezimetin bizi götürüp bir daha bu diyarlara ayak bastirmayacak kadar acilar cektireceğinin bilinciyle, akibetimizi bile hatırlayamayacak kadar şuursuzluğa kapılmaya hazırlamalıyız kalbimizi...

ama bunu yapabilmek ne kadar güç gösterisi demek, onu da bilmeliyiz en başından...

zaman

"zamanın farkına varmadan yanımızdan geçmesine izin veriyoruz.... ya da göz mü yumuyoruz tüm bunlara nedir... bilmiyoruz

değişik bir ruh halindeyiz... isteklerimizi bağırmaktan korkar bir halde ama yerlerde de sürünür bir acıda mahvediyoruz kendimizi...

mutluluğun tüm ince hallerini sıkı bir elekten geçirip acıları yüzümüze vuruyoruz ve terkedip gitme zamanını bekliyoruz tüm ince halli ruhlardan kaçarcasına...

farkında olmanın hazzını yaşayıp,
acıtmanın,
kim bilir belki haklılığını anlatıyoruz kendimize kelime kelime...

bunu bir biz görürüz bize ne kadar da uzak olsa...

birimiz acısını yaşar,
birimiz bunu bilir bir halde..."

Home Studio Genel Bilgi


Öncelikle bilgisayarla müzikte kafamıza takılan “Nasıl bir sistem kurmalıyım, bilgisayarım bu işler için yeterli mi, kayıt kalitesi nasıl olacak ve (belki de en önemlisi) bu işin bana maliyeti ne olacak?” gibi sorular bizi bu işten uzaklaştırmakta… Hiç üzülmeyin, bu işleri yapmak, yoktan bir şeyi var etmekten ( bir beste yapmak gibi) inanın daha kolay…

Mümkünat çerçevesinde olan şeyler;

Nelerin mümkün olduğu konusuna bir değinecek olursak “Jean Michelle Jearre” zatının son albümü olduğu gibi bilgisayar alt yapılı hazırlanmış… Tabi masrafa masraf demeden herkes yapabilir böyle şeyler… Ama bizim aradığımız,  aksine pahada hafif yükte ağır şeylerse bu bilgi bir kulağımızdan girip öbüründen çıkar gider…


* Bilgisayarımıza gerçek sesleri (audio) kaydetmek mümkün…

* Bilgisayara harici elektronik müzik enstrumanlarının MIDI sinyallerini kayıt etmek mümkün. AUDIO ve MIDI'yi bir kez bilgisayara aldıktan sonra bunları kesip yapıştırıp, kopyalamak yani düzenlemek mümkün…( En basit anlamı ile MIDI müzik enstrumanlarının bilgisayar ve birbirleri ile veri alışverişini sağlayan bir protokoldür, yani sen cihazdan basıyorsun sinyaller sana istediğin ses olarak geri dönüyor)

* Harici müzik enstrümanlarınız yoksa bir takım programlarla bilgisayarın o sesleri çıkarmasını sağlamanız mümkün. (Virtual instruments veya software sampler'lar ile) yaptığınız müziği (yanlızca MIDI kısmının) notaya dökmeniz mümkün…


Öyle ki bir sampler aleti ile elinizdeki midi enstürmanınızdan yolladığınız sinyal ile koca bir yaylılar grubunu avuçlarınız içine alabilirsiniz…


Bitler ve Frekanslar

Eğer bilgisayarınızda canlı kayıt (enstürman ve vokal) yapacaksanız ses kartınızın kayıt kalitesinin iyi sonuçlar doğurması kalitesine bağlı olacaktır… Günümüzde on-board (tümleşik) ses kartlarının hemen hepsi çoğu 16bit/44.1khz kalitesindedir ve satın alıp dinlediğimiz tüm müzik CD'leri 16-bit 44.1 kHz lik kayıtlar içermektedir) (Ama bu demek değildir ki biz de kayıtlarımızda “albüm sound”unda sonuçlar alacağız…)
Teknolojik devrimin getirdiklerine şöyle bir baktığımızda artık günümüzde artık 24-bit ses kartları bulmak mümkün(örn: m-audio audiophile 24bit/96 khz). Aradaki bu 8-bit lik fark ses kalitesi üzerinde inanılmaz bir artış sağlamıştır. "bit" adedinden bahsedildiğinde asıl anlaşılan, kartın sesleri dijital ortama aktarırken her bir ses örneğini parçaladığı bilginin yoğunluğudur.

Diyeceksiniz ki, sonuçta yapılan çalışmalar CD ye basıldığında 16-bit olarak transfer ediliyorlar, peki neden 24-bit? herşeyden önce analog ortamdan dijital ortama geçilirken en yüksek hassasiyette bilgi aktarılması, aktarım sırasındaki kayıpları minimize eder, daha sonra bu bilgiler üzerinde yapılan çalışmaların hepsi 24-bit üzerinden yapılacağından daha geniş bir çalışma alanı sağlanmış olur. İş CD'ye aktarım noktasına geldiğinde dithering denilen bir işlem ile veriler 24-bit ten 16-bit'e indirgenir. Bizde de zaten 16/44 varsa dönüşümü siz düşünün artık…

Peki ya nedir bu “frekans” (frequency”) dediğimizdeyse de sesin kalitesini belirleyen tek unsurun bit adedi olmadığının farkına varıyoruz. Hemen hemen aynı önemi taşıyan örnekleme frekansı kriteri de ses üzerinde ciddi etki yaratır. Örnekleme frekansının anlamı, ses sinyalinin dijital ortama aktarıldığı sırada ne kadar sıklıkta örneğinin alınması gerektiğidir. Örneğin 44.1 kHz denildiğinde 1 saniyelik bir dönüştürme sırasında ses sinyalinin 44.100 adet örneği alınmaktadır. Fiziksel formüller ile ispatlandığı üzere, insan kulağının max. 22.05 kHz duyabildiği kabul edilecek olursa, dijital ortama aktarılmış bir sesin fark edilemeyecek kadar az kayıpla tekrar analog şekle dönüştürülebilmesi için 22.05 kHz nin iki katı yani 44.1kHz ile örnekleme yapılmalıdır. Günümüzde 32, 44.1, 48 ve artık 96/192kHz frekansları standart olmuştur. 96kHz şimdilik yanlızca profesyonel kalitedeki ses kartlarında mevcuttur...


not: bu yazı akdeniz üniversitesi'de yayımlanacak olan "Müzikotek" dergisi için yazılmış... internet üzerindeki nadide copy-paste'lerden olmayan bir yazıdır...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...